Kim bilir kaç ölü sevda doğuruyor gece,Kim bilir hangi yolları kendine mesken seçiyor ecel,Ölüm bu kadar yakınken bir dudağın kıyısına,Kaç kere öpmek gerekiyor bir cesedi ölümün kıyısından.. Nerde şimdi sırtımın
Kim bilir kaç ölü sevda doğuruyor gece,Kim bilir hangi yolları kendine mesken seçiyor ecel,Ölüm bu kadar yakınken bir dudağın kıyısına,Kaç kere öpmek gerekiyor bir cesedi ölümün kıyısından.. Nerde şimdi sırtımın
Günaydın,Korkma, bir sabaha daha benimle uyanmadın.Ellerim dün gece yine duvarları yumrukladı,Ama korkma, yıkılmadım.Tüm yokluğuna rağmen bak, sapasağlam ayaktayım.Birkaç şişe devirdim,Birkaç şişeden daha fazlası belki,Kan çanağı gözlerim net göremiyor artık geleceğimi,Ya
Yaktım, yıktım bak tüm varlığımızı,Bir ağustosun ortasında kuru ayazlara esaret ruhum,Oysa halledebilirdim her şeyi ellerin ellerimdeyken,Oysa sevebilirdim seni, güneş doğmayı, kuşlar uçmayı unutmuşken… Olmadı, olduramadım.Aklımı yitirdim!Yüzyıllık enkâzından kurtulmaya çalışırken aklımı
Sahi, hiç böyle hayal etmemiştim ilk gününü ölümün. Oysa her gece bilmem kaç kere girmiştim o tabutların içine, bilmem kaç kere örtülmüştü bedenim toprakla. Birkaç çiçek gelirdi başıma, birkaç damla
En güzel şiirimin ellerinde solmuş bedenim,Ölümlerin teninde raks ettiği bir deliyim,Delirdim,Sesini duymadığım gecelerin sabahında,Delirdim!Bir başkasının gözlerinden yüreğine düşen tebessümlerin kıyısında. Aldanma onlara, Sevgili Sevgilim,Aldanma kanında karıncalanan saatlik sevgilere,Bu yolları bir
En sevdiğim şarkı sadece dört dakikaydı ve bizim son anımızda...
Memleketsiz bir yaşam türküsü tutturmuş dudaklarım. Ne kadar kayıp, yıkık, dökük şehir varsa orayı mesken bilmiş kalbim kendine. İki ölümün arasında kalmışım, sesimi silmiş dört bir yanımda yankılanan ölüm çığlıkları.Bir
Bir okyanusun ortasını mesken seçersin kendine, sana attığım her kulacın adı ölüm olur.
Bilmem kaç şehir kokunu aldı, bilmem kaç şehirde, kaç rüzgar okşadı saçlarını. Sen tam boğazından geçerken İstanbul’un, ben serzenişler biriktiriyordum kursağımda. Sen denize kıyısı olan bir şehirde selamlarken sabahı, ben
İzin verseydin eğer, ruhum kanatlanır avuçlarına konardı. Kim bilir, cehennem ateşinden farksız avuçların bir gecenin sabahında saçlarımı okşardı. Belki bu dünyanın tüm sabahları bize doğardı! Bakma öyle, ben bilmem, efsaneler
Defalarca yazdım, gece sabaha karşı dörttü, belki beş. Ne önemi vardı vaktin, vakitsiz ayrılıklar sarmışken tenimi. Uzun uzun yazdım, o kadar uzundu ki açtığım her kalemin ucu gibi ben de
Bir sonbahar gecesi, küçük bir köy. Haydaroğulları’nın iki oda, bir göz malikanesinden Feride’nin çığlıkları yükseliyor, oğulları ve Ayhan usta telaşlı, eve yeni bir boğaz geliyor. Feride’nin kan ter içinde kalmış
Bir şişe duruyor masada, öyle mahzun,Bir şarkı fısıldıyor kulaklarıma adını,Geçmişten bir koku, ciğerlerimi dolduran,Kırıyor kemiklerimi, yok ediyor tüm varlığımı. Ölümü hissediyorum bir papatya kokusunda,Ölümü arzuluyorum,Yeşermesi gerekirken tüm dallarımın,Bahara inat yapraklar
Duvarlarında çiçekler bitmiş, yürüdüğümüz yolların, Sen yoksun, mevsim dinlemiyor şehir, hafif ağlamaklı, Ve bilirim, hiçbir ölü dilemez tekrar nefes almayı, Bir avuç toprak olur kimi zaman huzurun diğer adı, ***
Kaldığım yerde değil, kandığım yerdeyim şimdi; o çöp kokan ara sokakta. Ama aynı değil hiçbir şey, aylardan Ağustos değil mesela, saçlarım kısa değil, omuzlarım da. Elimde bir sigara, önümde sen,
Kaç kere öldüğümü, kaç kere öldürdüğünü saymadım. Bir silah tutuşturdum eline, her yeni güne bir kurşun daha diyerek başladım. Deliliğim de tam burdan gülümsüyordu, bin kere ölsem, bin kere patlasa
“-Niye seviyorsun beni?” Düşünürdüm evvelleri, her şeyin nedenini, eğrisini, doğrusunu. Yaradanı olan her şeyin bir nedeni vardır derdim, öylesine gelmiş olamazdık bu dünyaya; bir amacımız vardı, olmalıydı. Bir gün, bir






