Binlerce meraklı gözün arasında uyanmışım gibi bir sabahtı. İçimin rahatsızlığı ciğerlerimi dağlıyordu, dokunsalar ölecek gibiydim, dokunsalar binbir parçaya bölünecektim.
Dün geceden kalan şişeye, hemen yanında duran izmaritlerin sıralı dağ oluşturduğu kül tablasına ilişti gözlerim. Hemen yanındaki koltukta masayı donmuş gözlerle izleyen Ferzâh vardı. Belki başka bir evrende izmaritlerime paralel denizlerin dalga seslerine, ufak bir ıslıkla eşlik edebilirdim. Kim bilir, birileri buna mutluluk diyebilirdi. Belki Ferzâh da aldanıp buna, donuk bakışlarını masanın üzerinden çekip kahkahalar atabilirdi.
Uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken dün geceki yıkımı anımsamaya çalıştım. Kendi ellerimle ördüğüm o evi kaç cümle yerlebir etmişti sahi? O eve, içindekilere bir kalkanmış gibi sarılmışken senelerce, kaç bağırış, kaç nefret paramparça etmişti bedenimi? Hangi ayak saatlerce zıplamıştı ruhumun üstünde? Sahi, sadece bir gecede, senelerce direndiğim o ölüm kaç kere sokmuştu beni tabutların içine?
Her şeyi geçtim, gözyaşım daha yanağımdan süzülmeden silen o adam, nasıl lâyık görmüştü bu kadar ölümü şu aciz bedenime? Utanmasa, kızaran yanaklarıma şarkılar, şiirler döşeyecek o adam nasıl izlemişti soluşunu yüzümün?
Gözlerimi kapattım,
O mavi, tekli koltukta otururken radyoda en sevdiğim şarkı çalıyordu. Tüm dikkatimi ona vermiş, her notasında, galaksiler arasında dans ediyormuşçasına huzurla doluyordum. Ferzâh ise, küçücük odamızı bilmem kaçıncı kez öfke çığlıkları arasında tavaf ediyordu. Az önce en sevdiğim resmi, en sevdiğim köşesinden alıp yere çarpmıştı. Bilmem hangi ressamın, hangi kaleminden çıkan eseriydi oysa… Veremiyordum dikkatimi. Radyodaki şarkı bitse, Ferzâh’ı dinlemeye cesaret bulacak, belki yerdeki cam parçalarını toplarken, resime alacağım yeni çerçeveyi hayal edecektim. Yerimde bir başkası olsa gözyaşlarına boğulup, kapıyı çekip gitmeyi hayal edebilirdi. Ama biz böyleydik, mutsuzluklarımız yoğururdu huzurumuzu. Çünkü varlığımız huzurdu, konuştuklarımız, paylaştıklarımız değil. Her şeyi teni, tenime değdiğinde çözebilirdik; dudaklarımız birlikteyken tüm dünyaya göğüs gerebilirdik.
“Tut ki kaldık ayrı gayrı..”
Öyle alışkındım ki tüm bu olanlara, birazdan yanıma gelecek ve sarılacaktık. Önce ellerimiz, sonra dudaklarımız birleşecekti. Bir ara birbirimize uzun uzun bakacaktık, gözündeki öfke yavaş yavaş silinip yerini sevgiye bırakacaktı. Başka biri görse o bakışların sevgi olduğuna inanmazdı ama bazen görmektense bilmenin yeterli olduğunu böyle gecelerde anlamıştım. Kimseler bilmesede ben biliyordum, o öfkenin yerini sevgiye bırakma cesaretinde bulunabildiğini. Bunu beraber uyuduğumuz o gecenin sabahına doğru sol göğsünde uyandığım kabusun hemen ardından alnımı okşayan nefesinde anlamıştım. O nefes değdiğinde tenime, öfkeden eser kalmazdı.
“Bıraksaydın da son sözümü söyleseydim..”
Kulağım hala radyoda, Ferzâh’ın sakinleşmesini beklerken omuzlarımı sarsan elleriyle bozulmuştu tüm dengem. Dalgınlığımı alıp götürmüştü bu sarsıntı. Radyoda hâla en sevdiğim şarkı çalıyordu, bardağımda hâla şarabım vardı; eminim güneş uzun bir süre daha doğudan doğacak, batıdan batacaktı. Ama şu an beni omuzlarımdan silken adam Ferzâh’tan çok uzaktı. Onun bedeninde, onun yüzüne, onun ellerine sahip başka biriydi sanki. Öyle şaşırmıştım ki, Ferzâh olduğuna inanmak için elindeki ve dudağındaki beni aradı gözlerim, ordaylardı. Yemin edebilirim, alkollü nefesiyle yüzüme yüzüme bağıran adamın Ferzâh olması yerlebir ediyordu beni. Korkudan şarkının sözlerini karıştıyordum zihnimde, ellerim titriyordu; birkaç damla şarap döküldü o beyaz halının üstüne ama Ferzâh fark etmedi.
“Yanında yattığımdan, dibe battığımdan..”
Birkaç saniye sonra sakinleşir gibi oldu, radyoda hâla en sevdiğim şarkı çalıyordu; Ferzâh’ın şu öfkeyi bir kenara bırakıp şarkıya kulak kesilip benim gibi içinden eşlik etmesini çok istiyordum. Bir şeyler aramaya başladı hızlı hızlı, yıllar önce açmamaya yemin ettiğimiz o dolabı açtı. O bizim vazgeçiş, kurtuluş yolumuzdu. Ve bunu yaparken elleri dahi titremiyordu. Önce merminin namluya sürülme sesi doldurdu kulaklarımı, daha sonra sağır eden bir ses en sevdiğim şarkının sesini kesti. Kafamı Ferzâh’a çevirdiğimde, namlunun ucunu kalbine doğrulttuğunu fark ettim. Sanki beynime bir kurşun girmişti. Bir ses daha… Ferzâh’ın gözlerimin önünde o koltuğa yığılışını izledim. Sanki bir kurşun parçalamıştı tüm göğüs kafesimi.
“Ölümle atlar nasıl yarışır..”
Gözlerimi açtım,
Cansız bedeninin masaya diktiği donuk bakışlarını izledim uzun uzun. Elime bulaşan kanını silmeye çalıştım. İzmaritten oluşan dağlarıma paralel denizler de yaratsam, bir okyanusu şu odaya da sığdırsam; ıslıklardan uzun uzun şarkılar da yapsam Ferzâh’ın kahkaha atmayacağını idrak etmeye başladım. Öldüm sanarken; bir ölüşün, bin ölüşüm olması gerekirken bir gece daha uyuduğumu anladım. Ya kalkıp ellerimi yıkayacaktım ya da nefretle izleyecektim kendimi aynada. Ondan kalan son şeyi kaybetmektense kendimi izlemeye karar verdim.
“Diyelim ki bugün savaş bitti..”
Daha sonra hala silahı tutan ellerine yöneldim, t-shirtüne sinen kanla karışık kokusunu ciğerlerime çektim. Bu defa silahın namlusuna mermiyi ben sürdüm, bu defa tetiği ben çektim; belki sana garip gelecek Ferzâh,
bu defa bizi, başka bir diyarda yaşatmayı ben seçtim.
“Fazla bir mektup, son bir şans gibi..”