Bilmem kaç şehir kokunu aldı, bilmem kaç şehirde, kaç rüzgar okşadı saçlarını. Sen tam boğazından geçerken İstanbul’un, ben serzenişler biriktiriyordum kursağımda. Sen denize kıyısı olan bir şehirde selamlarken sabahı, ben teninde soluklaşan sarıya yoruyordum, perdemi usulca aralayan güneşin ışığını.
Usulca çürüyorum hiçliklerin ortasında, çıkmıyor sesim soluğum. Sancılar dolduruyor ardında bıraktığın boşluğu. Sırtımda bir tabut, içinde doksan kiloluk bedenin… Tenine yakışacak ölümler arıyorum. Oysa hiçbir çukura sığmıyorsun. Her çukurdan kendi yüzüme bakıyorum, yorgun argın. Tenimde katılaşmış hiçbir ölü toprağı örtmüyor bedenini. Yine yetemiyorum sana, yine eksik kalıyorum, yine yarım.
Bir gece sana yazılmış şarkılar söylüyorum, bir gece sabaha kavuşurken adını zikrediyor kalemler. Tüm şairler seni yazıyor. Şiirler, şarkılar oluyorsun. Kim bilir nice gözler seni okuyor, nice kulaklar duyuyor seni. Kim bilir nice insanlar iki dudağıyla eşlik ediyor sana, kim bilir kimlerin kalbine başka bedenlere bürünüp sızı oluyorsun. Bir de bilseler seni!
Düşünüyorum bazen; aklı mı yitireyim, kalbi mi? Hangisini çıkarınca benden, ben kalır geriye; hangisi yoksundur senden… Hangi diyarda anılmamıştır adın, hangi parmak ucu dokunmamıştır sakallarına, hangi göz görmemiştir gülüşünü, hangi yürek düşmemiştir avucuna, hangi akıl yitirmemiştir kendini sesini duyunca…
Cevapsız sorular biriktiriyorum işte, yıllanmış ayrılığına, yorulmuş bedenime eşlik etsinler diye.
Kendi yüzüme baktığım o çukurun içinde, sonunu bildiğim bir başlangıcı arzuluyorum.
Şakaklarımda bir namlu, tetiğe basmanı bekliyorum.
Sırtımda bir tabut, içinde doksan kiloluk bedenin…
Bizi o toprağa yakıştıramıyorum,
Sen yaşarken bir yerlerde her şeyden habersiz,
Ben bizi öldüremiyorum.