Sebahat abla, geç otur konuşalım. Yarım kalmışlıklarımızı, yarım bırakmışlıklarımızı, bir tam edemeden kavuştuğumuz o sabahları konuşalım. Bir tam etme uğruna inandığımız o yalanlardan bahsedelim mesela, hiç olmayı bile becerememişliğimizden. Oysa
Sebahat abla, geç otur konuşalım. Yarım kalmışlıklarımızı, yarım bırakmışlıklarımızı, bir tam edemeden kavuştuğumuz o sabahları konuşalım. Bir tam etme uğruna inandığımız o yalanlardan bahsedelim mesela, hiç olmayı bile becerememişliğimizden. Oysa
Eski fotoğrafları yaksam, Beraber uyuduğumuz o yatakta senin uyuduğun tarafta uyuma cesaretini bulsam, Aynı yolları yürümesem, aynı duraktan binmesem otobüse. Hep sarıldığımız o köşede harcamasam dakikalarımı, Parkın yanından her geçişimizde
Susma, Susma artık bir şeyler söyle, İyi ya da kötü, Doğru ya da yanlış iki kelam et. Duymalıyım artık sesini, Kulaklarımda çınlamalı kahkahaların. Fısıltına dahi muhtaç olmak mahvediyor beni. Düş,
Eğer şu an çektiğim acıya bir puan vermemi isteselerdi, sıfırı dahi layık göremezdim. Beni ölümün kucağına bırakan bu yara, ruhumun yaraları kadar acıtmıyordu canımı. Baksana gökyüzü hala tepemde, deniz hala
Gülüşüm, Karışmayacaksa artık gülüşüne, Yorgun başım, Düşmeyecekse artık dizine, Meftun olsam ne yazar, Ya da yazsa gazeteler adımı maktül diye… * * * Kalbimden, Kalbine yoksa artık bir yol, Ayrılık,
Senelerdir hayalini kurduğum o hayatın tam ortasındayım şimdi. Ölümle burun buruna olmam ve birazdan zar zor elde ettiğim bu hayatın hırçın dalgalara yenik düşecek olması dışında mükemmel bir gün. Güneş
Keşke yazmak dışında başka işlere yarasaydı parmaklarım. Mesela kayıp bir kıtayı keşfedercesine dolaşsaydı teninde. Mesela zihnimde noktasından virgülüne kadar canlandırabildiğim o güzel yüzünü dökebilseydi kağıtlara ya da hiç ummadığım bir
Tanrı’nın büyüklüğüne hazırladığı kötü sürprizlerin sonunda inanıyorum. Çünkü ben Tanrı olsaydım, bu kadar canı acıtırken, bu kadar sakin kalamazdım. Yitirirdim metanetimi, yağan yağmur Mikail’in eseri değil, gözyaşlarım olurdu. Ertesi sabah
Bu yoksulluk tüketecek beni, bu kendimle tek kalışlarım. Hiç bu kadar özlememiştim hayatımda yarattığın o kalabalığı. Hiç bu kadar özlememiştim, beni ben yaptığını bilmeden bıraktığın o yürek sancılarını. Öyle bir
Dünyada bir tane çakılı çivim yok ama bir sürü kavgam var baksana, en büyüğü seninle!
Saçlarımdan, gözlerimden sicim sicim döküldüğün bir sabaha açtım gözlerimi. İçimdeki o boşluk artık bir kara deliğe dönmüş, yok ediyordu tüm benliğimi. Ellerim, büyük bir aptallığa kalkışıp ellerini yokladı koskocaman yatakta.
Kirpiklerinden gayrı, Üç geceye düştüm, Üç ölüme büründüm, Üç yoksulluğun bağrından, Parmak uçlarına süzüldüm. * * * Kirpiklerinden gayrı, İlk gecem ayrılıktı, İkincisi yıldızsız. Üçüncüsünde gökyüzüm karanlıktı, Gecem ıssız. *
Uyandığım en güzel sabahın öznesiydin, ocağın yirmisiydi. Güneşin ilk defa odama girdiğine, tenimi ısıttığına şahit olmuştum. Yoksulluğum o sabah tüm eşyalarını toplayıp gitmişti. Başım sol göğsünün üstündeyken, nefesimi nefesine uydurmaya
Bir duvarın tam karşısında kendime bakıyorum. Gözlerime, gözlerimin içine. Göz altlarımın karanlığı arada bir dağıtsa da zihnimi, gözlerimin taşıdığı yorgunluğu sezebiliyorum. Uykusuz gecelerim düşüyor hatrıma, en yakını dün gibi… En
Ayaklarımın altında bir tabure, boynumda hayal kırıklıklarım. Hayal kırıklıklarımdan bir tavana asılmak üzereyim şimdilerde. Boyası dökülmüş, sararmış bu tavan gözlerinden önce göreceğim son manzara olacak. Evet, gözlerinin içine bakarak iteceğim
Beklediğin insana kavuşmanın tek yolu ölümdü ihtilal sokaklarında... Cellatım sen gibi güldüğünde anladım ve sen gibi koktuğunda.