Tanrının varlığını hissediyor ama var olabileceğine ihtimal vermiyordu. Aklını allak bullak eden bu soyka düşünceler, geçmişini ve şuanını altüst ediyordu, palmiye ağacının yapraklarını bir balerin gibi sallandıran rüzgârın altında hüzünle uçan kuşları izliyor, sigarasının yolunu kaybeden dumanında kayboluyordu adeta…
Güneş, rengarenk olan dağ ormanından şehrin caddelerine süzülüyordu, gri ve bunaltıcı bir hava hâkim olmuştu, sokaklar ölüm sessizliğiyle dolmuştu, yaşlı adam örselenmiş yıllarının içinde her defasında kayboluyor kısa bir kayboluşla kuşların cıvıltıları geçmişi unutturuyordu, her defasında gökyüzüne bakıyor, uzun bir iç çekişle adeta Tanrıları arıyordu, içinden isyan etmek, haykırmak, her şeyi darmadağın etmek- tıpkı yüreğinin darmadağın olduğu gibi- istiyordu.
“Bütün bu olanlar yaşanırken, bütün bu acılar, bütün bu zulümler yaşanırken, küçücük çocukların öldürüldüğü, tecavüze uğradığı, kadınların, hayvanların öldürüldüğü bir dünyayı neden yarattın, neden bütün her şeye susup izliyorsun?”
Bütün bunları herkese, evrene, bütün var olabilecek tanrılara haykırmak istiyordu, içini kemiren bu düşünceler benliğini altüst ediyordu.
“Böyle adaletsiz bir dünya yaratıp ismine imtihan mı diyorsun! Evet, sen bir zalim olmasın ya da sadist! “Kalbi olabildiğince hızlı çarpıyordu, ağlamak istiyordu, ama bütün olanlara anlam veremediği için uçurumdan atlayan bir adamın ruh haline bürünmüştü; anlamsız, acı dolu…
Yaşlı adamın hayatı olabildiğince sıradan geçiyordu, hiç evlenmemişti hep yalnız kalmayı seviyordu, biriyle aynı evin içinde olabileceğini düşününce kalbi sıkışıyordu adeta, tek başına yaşamak için her zaman çaba sarf etmişti, ilişkileri de hep cinsellik boyutundaydı, birisini sevebileceğine ihtimal vermiyordu nitekim de bu yaşa kadar kimseye âşık olamamıştı, ama içinde bununla ilgili hep eksiklik hissediyordu. Birisini sevmek onun için ağlamak, onu özlemek, ona sarılmak…
Şimdi hayatının sonlarına geldiğini hissedebiliyordu, ama kafasını kemiren düşünceleri hiçbir zaman susturmamıştı, her daim hayattaki adaletsizliğe iç geçiriyordu. Bu sabahta anlam veremediği bir duygu karmaşıklığına girmişti, her şeyi her zamankinden daha anlamsız, daha hoyrat bulmaya başlamıştı, yatağından genç bir adam gibi kalkıp pencereden hızla gelip geçen arabaları izledi bir müddet, yanı başında duran radyodan bir müzik çevirdi, gayri ihtiyarı bir edayla ağlamaya başladı… Ruh halinin hüzünlerini bütün vücudunda hissediyordu, kalbinin sıkıştığını, büzüldüğünü ve ilk defa yorulduğunu hissediyordu…
Sise bulanmış düşüncelerini artık seçemiyordu, bir şeyler oluyordu, ilk defa prangaya vurulmuş ruhunun özgürlüğe kavuştuğunu ama özgürlüğünü yaşayamayan bir kelebek gibi hissediyordu. Ceketini hızla alıp, sonbaharın hüzünlü havasından yerlere dökülmüş ağaçların sarı yapraklarına basarak yürüyordu, rüzgârın bunaltıcı havasını bütün vücudunda hissediyordu…
Palmiye ağacağının gölgesinde anlamsız bir şekilde etrafa bakmaya devam ediyordu. Bütün gençliğini, yaşadığı bütün iyi veya kötü şeyleri düşünüyordu, film şeridi gibi gelip geçen düşünceleri baş ağrısına sebep olmuştu. Başı zonklamaya başlamıştı…
“Bu kadar kolay mı ölmek, bütün düşüncelerimi, benliğimi yok etmek bu kadar kolay mı? Tanrı mısın sen, sen nasıl bir Tanrısın, nesin sen?” bağırarak gökyüzüne bakıyordu, yıllarca içinde biriktirdiği bu düşüncelerine bu sabah karşı koyamıyordu, ağlayarak haykırmaya devam ediyordu, etrafta kimlerin olduğuna aldırmadan, acı dolu bir haykırma…
Bu bir isyandı, bütün insanlara bir isyan! Bütün Tanrılara isyan, evrene isyan… Kendini kaybedişine isyandı, ruhunun acılarına isyandı…
Ölüm isyanıydı, umutlarının bitişine, benliğinin yok oluşuna, adaletsiz bir dünyaya…
Akşama kadar olduğu yerden kalkmadı, bir şeylerin son olacağını biliyordu, bir daha buraya gelemeyeceğini, bir daha isyan edemeyeceğini…
Biliyordu, bir daha olmayacağını biliyordu…