Günler geçer, mevsimler değişir ve zaman bir sonbahar ayazında kalmış gibi takvim yapraklarından sararıp solgunca dökülüverir.
Ömür mü günü tamamlar, gün mü ömrü bilinmez… Dolunca vakit, koparılıp atılır bir kenara zaman. Bazen de duvarda asılı unutuluverir.
Her ne kadar unutuldu sansanız da, ilişince bir çift göz üstüne, bugün günlerden ne deyip, takvim yaprakları karıştırılıp yeni gün bulunuverir ve geçen günler yırtılıp atılır yeniden… Kaderidir bu zamanın; akıp gitmelidir. Kimse geride kalsın istemez. Çünkü insan, geçmişte kalmayı hazmedemez. Yeni güne koşar adımlarla gitmek ister, merhaba demek ister yeniden doğan güne, yeni ümitlerle…
Güne aydın başlar insan. Günaydın, gün aydınlık… Oysa gün gecenin karanlığında başlar, biz kabul etmesek de karanlıktan gelir aydınlıklar… O yüzden aydınlıkta karşılarız yeni günü… Çünkü geceler, güne başlamak için uygun değildir; yorgunluğumuzu, acımızı, yalnızlığımızı, sancımızı saklamak için vardır o kara uzun geceler…
Bir sabah… Uyandığınızda, akreple yelkovana çarparak ölen zamanı fark ettiğinizde tarihe takılır gözünüz… Çünkü bugün her yıl düzenli tekrarlanan bir anıdır sizin için… Yaşananların yıldönümüdür.
Bugün…
Bir doğum günüdür… Kaybettiklerindir, istesen de geri getiremediklerindir. Bir aşkın başlangıcıdır… Bir ayrılığın adıdır… Ya da bir takvim yaprağı köşesinde ‘tarihte bugün’dür. Bundan sonra benim için yazarlığımın ilk günüdür.