Kırık dökük bir aşkla daha tanıştım geçenlerde… Öznesi ‘ben’ değildim ya, bir film seyreder gibi, bir kitap okur gibi, bir masal dinler gibi… dinledim saatlerce…
Hani öyle masallar vardır ya; aynı konu, farklı isimlerle anlatılır… Farklı zamanlarda, farklı mekanlarda… Ama aynı duygularla… Yaşanılanlar ya da hissedilenler anlatırken etkisini yitirir gerçi ama duydukların o kadar yakın olur ki sana, buluverirsin kendini o anlatıda.
O masalda da özlem vardı mesela… Sabahı olmayan günler, gözlere uyku girmemiş geceler vardı… Gülümsemek unutulmuş, mutlu anlar geçmiş zamanlı cümlelerde çoktan yerini almıştı… Arada bir özlemeler normaldi tabi ama bu ‘arada bir’ler çoğalıyordu çoğu zaman…
Yine ‘Keşke’ler vardı o masalda da… Sonu gelmez keşkeler, bitip tükenmeyen serzenişler… Aklın bir köşesinde hep var olan o tersi düşünceler…
Yine tutsaklık vardı o masalda da… Tutsak bir yürek başkasında… Bu durumu kanıksamış, kırılmış bir halde yaşamayı öğrenmiş ama buna rağmen andıkça geçmişi güm güm atan bir kalp vardı orda da…
Yine yarım kalmışlık vardı o masalın sonunda… Yine gözyaşı… Masalın sonunda duyulan iç sesin veryansını…“Silmez o gözyaşları yaşadıklarını ya da getirmez yaşayamadıklarını… İçine akıtır durursun… belki kapatır pişmanlıklarını”
Bundandır işte “En uzun süren sevdalar; yarım kalanlardır” diyen Cemal Süreya’nın ve “Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda, birbirine sarılarak uyuyordur” diyen Özdemir Asaf’ın haklılığı…