
“Görmedim, duymadım, söylemedim.” Bu cümle, onun hayatının özeti gibiydi. Küçüklüğünden beri etrafında fısıldanan bu sözleri önce bir oyun, bir masal gibi anlamıştı. Sonra fark etti ki, bu aslında hayatın sessiz bir kuralıydı. Japon tapınaklarındaki üç küçük maymunun “kötülüğü görme, kötülüğü duyma, kötülüğü söyleme” öğüdü zamanla burada başka bir şekle bürünmüştü. Bu topraklarda o söz, kötülükten uzak durmak değil, kötülüğe sessiz kalmak anlamına geliyordu. “Sus, karışma, unut gitsin.” Ve o da zamanla bu sessizliğe alıştı.
Çocukluğu, yükselen seslerin arasında geçti. Babasının öfkesine tanık olurken annesinin eli her defasında ağzına giderdi. “Sus kızım, karışma,” derdi. O da susardı. Görmemek daha kolaydı. Çünkü gördüğünde bir şey yapmak istersin; yapamazsan suçluluk duygusu başlar. O yüzden gözlerini kapamak, çocuk kalbinin en güvenli savunmasıydı. Henüz on yaşındayken, ilk maymunu ruhuna kazıdı.
Gençliğinde bu sessizlik başka bir şekil aldı. Ailesinden biri ona fazla yaklaştığında, içini kaplayan rahatsızlık hissini bastırmayı seçti. “Yanlış anladım herhalde” dedi kendi kendine. Kimseye anlatmadı. Utandı, korktu, inanılmamaktan çekindi. O an, “duymadım” demenin ne kadar işe yaradığını fark etti. Sanki duymazsa, yaşanmamış olacaktı. Ama o sessizlik, içinde bir şeyleri kırdı. Gençliğini şekillendiren o ikinci maymun, fark ettirmeden ruhuna yerleşti.
Yıllar sonra istemediği bir evliliğe sürüklendi. “Hayırlısı bu,” dediler. “Evlen de uslan.” O da itiraz etmedi. Zaten sesini çıkarmamayı öğrenmişti. Başlarda her şey normal görünüyordu, ama o içten içe eksiliyordu. Eşinin soğukluğu, baskısı, alttan alta kontrolcü tavırları onu yavaş yavaş görünmez kıldı. İçinde bağıran bir ses vardı, ama o sesi bastırmayı tercih etti. “Kadın sabreder,” diyorlardı. Sabretti. Her sustuğunda biraz daha silindi. Bir noktadan sonra artık duymuyor, görmüyor, konuşmuyordu. Sessizlik, içinde bir zırha dönüşmüştü.
Çalışma hayatına başladığında, bu zırh işe yarar gibiydi. Kimseye bulaşmıyor, kimseyle tartışmıyor, hep ölçülü davranıyordu. İnsanlar onu “dengeli, olgun, profesyonel” buluyordu. Oysa o sadece korkuyordu. Bir gün, müdür odasında gereğinden fazla yaklaşınca, ellerinin ağırlığını omzunda hissetti. Kalbi sıkıştı, nefesi kesildi, dili tutuldu. “Bir şey de,” dedi içindeki ses. Ama diyemedi. Dondu kaldı. Odadan çıktığında aynaya bakmadı. “Yanlış anladım herhalde,” diye tekrarladı içinden. Çünkü öyle demek, kabullenmekten kolaydı. Yine üç maymunun ardına saklandı. Kendini koruduğunu sandı ama aslında bir kez daha kırıldı.
Zaman geçti. Artık otuzlarının sonundaydı. İnsanlar onun sakinliğini bilgelik sanıyordu. “Ne güzel, hiçbir şeye sinirlenmiyorsun,” diyorlardı. Oysa içinde büyük bir boşluk vardı. Her şeyi yutmuş bir karanlık gibi. O karanlıkta ne öfke vardı ne umut. Bir sabah aynaya baktı ve yüzünde hiçbir duygu göremedi. Gözlerinin altındaki çizgiler, konuşamadığı onca şeyin izi gibiydi. O an fark etti: görmemek, duymamak, söylememek sadece kötülüğü değil, hayatı da susturmuştu. Artık kendi sesini bile duyamıyordu.
Bir sabah metroda genç bir kadın gördü. Kadın, kalabalığın içinde başını dik tutuyordu. Gözleriyle karşılaştılar. O bakışta bir şey vardı; tanıdık bir acı, ama içinde bir direnç de saklıydı. Sanki “ben artık susmuyorum” diyordu. O an, içinden bir şey koptu. Belki ilk kez üç maymunu oynamadı. Başını kaldırdı, derin bir nefes aldı. Yıllardır içine gömdüğü sesi, kendi kalbinde duydu. “Ben artık susmayacağım,” dedi sessizce. Kimse duymadı, ama önemli değildi. Çünkü bu kez kendi duydu.
O gün işe gittiğinde yüzü farklıydı. Hâlâ aynı kadın gibiydi ama artık başka biri gibi hissediyordu. Ne olmuşsa olmuştu; belki dünya değişmeyecekti, ama o değişmeye karar vermişti. Üç maymunun maskesini o sabah bıraktı. Ve uzun zaman sonra ilk kez, insan gibi nefes aldı.