Hangi duyguyla baş edeceğimi düşündüğüm vakit, gece yarısının ilerlemesiyle soğuk parmaklarımdaki sıcak kanın ilerlemeden bir duraksama yaşadığını hissettim, arkada her zaman alışık olduğum melodinin tınıları çalarken, kafamdaki yabancı diyarların soyka insanlarını çözmeye çalışıyorum.
Yıldızların pencereden görünen kısık gözlerini bu gece kendime daha yakın hissediyorum. Ayın evlere yetersiz geldiğini düşündüğü ışıkları, gece uyumak için yorganın karanlığında saklanan bir çocuğun sesini işitmiş gibi bütün benliğiyle kendini etrafa saçışını…
Gece yarısının ilerleyen saatinde akrep, yelkovanı bir kez daha kovalarken hiç yılmadan, müziğin melodisindeki hüzünleri saymaya devam ediyorum. Bu öyle bir anlığına düşündüğüm bir karabasan fikirler değil, her melodinin bir dünya taşıdığını düşünüyorum, bir dünya duygu, bir dünya taşmış yük…
Yorulduğumu hissettiren melodideki haykıran tınılar, bir roman kahramanın iç alemindeki gibi bir anda her şeyi düşünmemi sağlıyor. Küçükken okuduğum bir masal kitabının içindeki gölleri, bir toprakta yalnız kalmış bir karıncayı, havada her zaman yerinde duran yıldızları… Bir annenin istemeden sarf etmiş olduğu boğazındaki acı sözleri de, bir kedinin sinirlenirken ki acımasızlığı da… Bu öyle bir gece işte…
Bu gece otururken geçen dakikalarımın kaçıncı saniyesi oldu bilmiyorum. Kendimi bütün masal kahramanları kadar mutlu, bütün roman kahramanlarının yas günlerindeki iç alemleri kadar karışık ve yalnız hissediyorum. Bu kadar karışıkken nasıl olur da bir masal kahramanı kadar mutlu hissedebilirim, arkada çalan müziğin melodileri zifiri karanlığı bir o kadar tekdüze ve yavaş ilerletirken?
Bu gece ömrümdeki dakikaların bir kısmı daha ölürken, şairlere ne kadar üzüldüğümü fark ettim. Ben her gece olduğu gibi bu gece de alelade bir şaire aşık olurken, onların her gece aşkı, hayatı, mutsuzluğu ne kadar sahiplendiklerini fark ettim. Gerçek anlamda her şeyi bilmek bir hastalıksa her şeyi bilip yaşamak ne oluyordu? Bir şairin duygularındaki derinliklerini bazen hissettiğimde aklımın bir süreliğine durduğunu düşünüyorum. Anlamak ve yaşamak ne zormuş.
Ölmüş dakikalarıma biraz daha eklendiği zamandayım. Sorgulamaktan yorulduğum ama asla vazgeçemeyeceğim bir vakitteyim. Bu hayattaki her bir canlının bir görevinin olduğu aşikar, kendimi bu görevleri sorgularken ki dakikaların acımasızlığını yaşıyorum nerde olduğumu, görevimi bilmediğim dakikaların. Bir yeteneği olmalı insanın, bir aşkı olmalı, bir şarkısı olmalı, bir kitabı olmalı… Ben bu olması gerekenlerin neresindeyim, hangi birisi olmalı derkenki dakikalarım… Meczup bir delinin mutluğunu istiyorum, güneşin yorulmadan her gün dağları aştığı gücünü, bir annenin istemeden sarf ettiği sözlerindeki cesareti, bir müzikteki yolunu şaşmayan melodilerin istikrarını…
Gözlerimdeki yorgunluğu, parmaklarımın soğuğuyla silmeye çalışırkenki dakikalarımdayım. Köydeki bacasız evlere güneşin kızılımsı hallerinin yeni yeni geldiği vakitteki esen rüzgarın sinsiliğini yaşıyorum. Akşamüstü oluşan gökyüzünün güzelliğini hissediyorum. Severim akşamüstlerini… Her şeyin biteceğini hissettiren ama bütün güzelliklerinin bir anda aydınlandığı bir an… Ne zifiri karanlık kadar hüzünlü bir an olur, ne sabah vaktindeki soğukluğun acımasızlığı olur.
Geceye veda eden saniyelerin koşuşları son bulunca, müziğin melodilerindeki istikrarda yorgunluğun tadını çıkarmak üzere son bir gösteriş yapıyor, ben ise karışık bu ruh halimi bu geceye kilitleyip gidiyorum…