Perde yavaş yavaş açıldı seyirciler koltuklarını terk ettikten saatler sonra. Koltuklar, perde, sahne her şey simsiyahtı. Geceye teslim olmak üzere bırakılmışlardı herkes gittikten sonra. Sahnenin ortasında, üzerinde ki siyah boğazlısı ve siyah pantolonuyla yatan adam dışında kimse yoktu ortalıkta, yağmur yağıyordu üzerine. Nasıl diye sormadı, neden diye sormadı. Yağmurun güzelliği altında ağlayarak kalktı yerinden. Yavaş adımlarla daireler çizmeye başladı sahnenin ortasında ve sürekli değişen yüz ifadesini saklamaya çalıştı sanki karşısında insanlar varmışçasına, bazen merdivene yürür gibi oluyordu, ayakları izin vermedi, perdeyi kapatmak istiyordu, elleri tutmadı. Hiçbir şey istediği gibi gitmiyordu neticede. Yüzündeki gülümsemenin nedeniyse gizliliğini korudu. “Ölmek…” dedi iki eliyle saçlarını geriye doğru atarken. “Ölmek gerek, öyle ya da böyle ölmek, nefessiz kalmak gerek kaçamadığım bir zindanda yaşamaktansa. Ölmek… Görmüyorsunuz ellerimdeki kanları öyle değil mi, görmüyorsunuz gözümdeki yaşları. Ben sadece bir oyuncuyum sizin için, bugün bir kralım, yarın bir çiftçinin fakir oğlu. Bugün bir peygamberim, yarın şeytanın en büyük yardımcısı. Peki ben gerçekte kimim?” Sahnenin önüne kadar yürüdü, ellerini kaldırdı ve önündeki hayali duvara dokundu. Saçları ıslaktı, yağmur devam ediyordu. Kafasını sağına çevirdi, en iyi arkadaşı duruyordu orada. Sahne yok oldu. Bir uçurum vardı karşısında. “Atlamak istiyorum.” Dedi yaşlı gözleriyle. “Ölmek gerek.” Dedi arkadaşı. “Öyle yada böyle ölmek, fakat senin ölümün demek, çok daha fazlası demek. Atlamak istiyorsan kardeşim. Atlamak istiyorum demektir.” Kafasını kaldırmadan gülümsedi. “Sırf sen de ölme diye yaşamak zorunda olmak? Bu mu gerçekten yaşamak? Zorunluluktan mı nefes almak gerek yoksa isteyerek mi?” ikisi de gülüyordu. “Almamak gerek kardeşim. Ya beraber nefes almak yada almamak.”
Geri çekildi çocuk, sahneye dönmüştü. Kıyafetleri de ıslanmıştı. Eski yerine geri döndü ve uzandı. Ağlıyordu, sessiz ve gizli gizli ağlıyordu kimsenin olmadığı koca salonda. Birden bir gök gürlemesiyle fırladı ayağa. “Yaşamak da gerek ama! Öyle yada böyle yaşamak! Nefes almak mesela, koşmak, aşık olmak! Bir dakika için hayatını verebilecek kadar aşık olmak! Ağlamak gerek. Bazen susmak bazen konuşmak. Utanmak, küsmek, kızmak.” sesi gittikçe azalıyordu bunları söylerken, kendisi dahi inanmıyordu söylediklerine. “Ama ben hep yalan söyledim şimdiye kadar, her dakika herkese yalan söyledim. Şimdi sana nasıl söz vereyim sevmek için? Bana güvenmen için zorlayamam ki seni, ellerini tutup gökyüzüne kaldıramam. Yanaklarından öpemem biliyorum. Asla gerçek olamayacak bir adamım ben, kendime bile güvenemezken, nasıl vereyim beraberliğin sözünü sana?” Ellerini iki yanına doğru açtı ve çaresiz bir sesle devam etti cümlesine. “Ama inanmak gerek sevgilim, öyle yada böyle inanmak. Körü körüne inanmak bir yalana, bu değil mi yalanları doğruya çeviren zaten? Bak söz veriyorum sana, ben bile söz veriyorum. Gözlerini kapat ve güven bana, öyle çok seviyorum ki seni, tenim yanıyor sana bir şey olduğunu düşündükçe, senin ağladığını hatırladıkça kara bulutlar sarıyor her yanımı. Sevmek gerek.” Sahnenin önünde ona gülümseyen kadına baktı yaşlı gözlerle. Korkusu gözlerinden okunuyordu. Elini uzattı, aynı duvara çarptı yine. “Sevmek gerek. Öyle yada böyle sevmek. Çaresiz bir şekilde beklerken sevmekten ölmek.”