Menekşe Gözler Hülyalı

Menekşe Gözler Hülyalı

DRNKBDRNKBHikaye2 ay önce

“Bir konuş lan işte. Nikâh kıy mı diyoruz? Çay içersin… Baktın sarmadı, ‘işim var’ de çık, gel hıyar!”

Haluk işte… Manyak arkadaşım. İki aydır Filiz diye bir kızla beni buluşturmaya çalışıyor.

“Olm, meslek mi değiştirdin ben görmeyeli? Amma düştün lan üstüme… Buluş da buluş… Pirim mi alacan hıyar?” dedim. Bozuldu eşek. Herhalde bin yıldır beden eğitimi bölümünde okuyor. Bacağım kadar bicepsleri ve çok kırılgan bir kalbi var. Gitti, terasın köşesinde tek başına içiyor birasını.

Üzüldüm şimdi. Oysa ben, kâinatın en yalnız günlerinde “asla çıkılmaz” denilen derin kuyularda çile çekerken, kaç defa maymunluk yapa yapa çıkardı beni en dipten. Duygu Kafe önünde “aha tek kıstırdık” diye çevremi örgütçüler sardığında, 195 boyu ile koyun sürüsüne giren kurt gibi kalabalığı yara yara yanıma gelmese kim bilir kaç kemiğim kırılacaktı.

“Senin yüzünden faşist diyecekler bana… Sosyal demokratım lan ben” demişti sonra. Ne gülmüştük…

90’ların başında Adana’da epi topu üç yerel radyo vardı. Aslında gündüzleri bence hepsi tek radyoydu, çünkü tüm gün sırayla Ferdi Tayfur’un Emmioğlu çalıyordu. Ama akşamlar farklıydı. Pazartesi, Çarşamba, Cuma 22.00 – 01.00 arasında “Gece Kuşları” diye bir program yapıyordu Haluk. Dinleyicilerden gelen takma isimlerle yazılmış mektuplar, hikâyeler ve telefon bağlantıları… O yıllarda tüm ülkede moda format buydu herhalde.

Yazı yollamak için Baraj yolunda radyonun olduğu eski apartmanın altındaki dünyanın en saçma posta kutusuna atmak gerekiyordu. Canım çok yanıyordu o ara. Şeytan dürttü herhalde; bir gün bir hikâyemsi bir şeyler karaladım. Altına da Atilla Atalay’ın efsane karakteri “Eray”’a özenip “Emperyal Majesteleri Ekselansları Galler Kontu” diye imza attım.

Akşamına okudu bunu hıyar. Çok da beğendi. “Kim bu Galler Kontu bilmiyorum ama gene yaz” falan dedi. Dinleyici de tuttu ki haftada iki, bazen üç defa “Ekselansları Galler Kontu sunar” diye başlayan yazıları sabah okula gitmeden erkenden posta kutusuna atmaya başladım. Benim hüzünlü hikâye anlattığım şeyler millete komik geliyordu.

Bu böyle bir–iki ay devam etti. Bir sabah ben yazıyı atarken Haluk denen manyak kapıdan çıkıverdi.

“Galler Kontu sen misin birader?”

Çok saçma… Normalde sabahın altısında “Evet buyrun, ben Galler Kontu” denmez tabii. Arkadaş olduk biz. “Millet merak ediyor lan seni, iki cümle et” dedi. Ben de kasete konuşup yolladım buna. Puştluğuna onu yayınladı.

Sonra allem etti, kallem etti, radyo maceram başladı. Arada ben de konuşmaya başladım. Geceleri radyonun terasında güneşle biten sohbetler yapardık. Benim “Gece Kuşları” buluşmalarına katılmamama çok kızardı. Ve bunu “Dinleyiciye saygın olsun hıyar” diye veciz ifadelerle anlatırdı.

Berrin diye bir kıza aşıktı. Fakat kızın asker emeklisi babası, işi gücü “mikrofon önünde vıdı vıdı etmek” olan bir damat istemiyordu. Oysa iyi çocuktu; anlatım yukarıda işte, delikanlı yanları çoktu.

Neyse işte, bu böyle kös kös kenarda içmeye başlayınca dayanamadım ben. Çay bardağım ile birasına bir “şerefe” yaptım.

“Biliyorsun lan beni işte… Konuşamıyorum. Mal gibi dururum kızın karşısında. Olmadık laf ederim… Hem kız bakalım beğenecek mi beni?” falan bir şeyler dedim.

Benim surda gedik açılınca rahatladı hayvan.

“Ne beğenmeyecek olum… Kaç kere buraya Berrin’i ziyarete gelmedi mi seni görmek için? Öküz gibi kızın yüzüne bakmadan kaçmasan görürdün yüzünü. Seni gördü. Zaten yazdıklarına, konuştuklarına tav olmuş.”

Yazdıklarımda tav olacak bir şey olması hoşuma gitti herhalde. Yüzüm güldü. Açığı bulan Haluk ordan yürüdü:

“Menekşe gözleri var lan kızın. Düşün menekşe…”

Vay adi Haluk… En pis yerimden vurdu. Biliyor tabii iki yıl önce “Dünyanın en menekşe gözleri”nin ardından yürüdüğüm yolları.

İlk sene Morfoloji binası… Dünyanın en menekşe gözleri… Sabahları günaydın… Hayaller… Kantinde çay sırası… Şekeri alırken eline değen el… Akşam otobüse binerken baş selamı…

Sonra bir sabah haber: “Tıp öğrencisi, durakta beklerken freni patlayan otobüsün altında can verdi.” Haberin yanındaki vesikalık fotoğraf siyah beyaz ama öğrendim ki menekşe gözler sonsuza kadar kapandı.

Aklıma bunlar geldi herhalde. Kaçmak, uzaklaşmak istedim.

“Tamam lan… Söyle Berrin’e, Cumartesi günü Derby Pastanesi’ne gelsin Filiz’le. Sonra siz kalkarsınız.”

Ağzı kulaklarına vardı.

Sonra işte Cumartesi geldi. Buluştuk biz. Filiz, THY’de yer hostesi. Anne ev hanımı, baba mühendis. Haluk’ların işi çıktı (!)… Biz kaldık baş başa.

Konuştuk oradan buradan. Filiz konudan konuya geçiyor, bir yer arıyor ki konuşmaya katılayım. Üzüldüm. Güzel kız aslında… Gözleri de biraz donuk ama menekşe.

Bir şey demiş olmak için:

“Gözleriniz çok güzel” dedim.

Demesem iyiymiş aslında.

“Lens onlar” dedi.

İçim bulandı. Gözümün önünden kantin sıraları, dünyanın en plastik bardaklarında içilen en güzel çayları, menekşe gözler geçti. Başım döndü. Kalktım…

“Oha lan! Olum kızı bırakıp gitmişsin. Ne dedim de bozuldu, koşa koşa kaçtı” diye ağlayarak Berrin’i aramasa haberimiz de olmayacak.

Kaç gün uğraştık, nasıl zor ikna ettik kızı… ‘O lensleri takarsan çok hoşlanır’ diye biliyor musun? İnsan 15 gün görüştüğü biri öldü diye böyle manyaklaşır mı?”

“Hastir lan” dedim Haluk’a… Ya da demek istedim, emin değilim. Başım döndü, kafamı masaya koydum. Rakı çarptı herhalde. Plastik bardakta içtiğim çaylar geldi aklıma ayılmak için.

Fonda bir şarkı çaldı:

“Menekşe gözler hülyalı, bakışları çok sevdalı…”

Dünyanın en menekşe gözleri gülümsedi bana. Geri sızdım.

Üzülmedim artık ama…

DRNKB

İdeoloji yaşam biçimi değilse geçim kaynağıdır.

Dinle00:00
1.0x

Yazıya yorum bırakın

Takip Edin
Arama Trend
Rastgele Yazılar
Yükleniyor

Oturum açma 3 saniye...

Kaydolma 3 saniye...