Göz kapaklarım ağırlaşmıştı bir nevi. Değil açmak, aralamakta bile güçlük çekiyordum. Sırtımla boynum kaskatı kesilmişti. Ellerimi yüzümden çektim ve şuursuzca boşluğa salladım. Doğrulmaya çalıştım. Göğsümde, kalbime yakın bir noktada, bütün odağımı oraya vermemi sağlayan bir sızı vardı. Bu sızıyı göz ardı etmeye çalışırken aynı anda gözlerimi açabilmek için kendimi zorlamayı sürdürdüm. Nihayetinde serzenişlerim bir sonuca bağlandı ve gözlerimi açabildim. Etrafıma bakındım.
Önümde neredeyse sonsuzluğa uzanan, çıkıntılı ve bembeyaz bir yol vardı. Yerden destek alarak ayağa kalkmaya çabaladım. Sarsıldım ancak çevremde tutunacak bir şey bulamadım. Kendi başıma adımlarımı sağlamlaştırdıktan sonra bu yolda sakince ilerlemeye başladım. İlerlerken yüzüme keskin bir soğuk çarptı. Sanki yüzüme iğneler batırılıyordu.
Sayısız elementin birbiriyle buluştuğu hava normalde beni sakinleştirirken bu sefer endişelendirdi. Sanki nasıl nefes alabileceğimi unutmuştum. Ancak merak duygusu baskın geldi; nerede olduğumu öğrenmek daha önemliydi. Bu yüzden nefes alamıyor gibi hissedişimin üzerinde pek durmadım ve ilerlemeye devam ettim.
Uzakta, yolun kenarında, ne olduğunu anlayamadığım bir şey gördüm. Kutuya benziyordu ama bundan emin olamayacak kadar uzaktaydım. Daha da yaklaşmak için adımlarımı hızlandırdım. Yaklaştıkça kutuya benzettiğim şeyin aslında bir beşik olduğunu fark ettim. Aklıma ben küçükken yaşadığımız evin rutubetli çatı katı geldi. Oraya çıkmam yasaktı.
Bir gün tüm haylazlığımla, cesaretimi toplayıp çıkmayı başarmıştım. Rutubet kokusu midemi bulandırmış ama etrafı karıştırmamı engelleyememişti. Birkaç ıvır zıvır bulmuş, bebeklik fotoğraflarımı karıştırmıştım. O fotoğrafları anımsadığımda benim de aynı böyle bir beşiğim olduğunu hatırladım.
Mahalle marangozunun cüzi bir fiyat karşılığında yaptığı: tahtadan, kısa bacaklı ve gıcırtılı bir beşik. Ben düşüncelere dalmışken tiz bir bebek sesi kulağımı tırmaladı. Beşiğin yanına vardığımda ise birden ses kesildi. Eğildim. Minicik bedeni bir battaniyeyle sarılmış, hafif uykulu bebeği inceledim. Tam dokunmak için elimi uzatmışken bebek de beşikle beraber kayboldu. Şaşkınlıktan ağzımı aralamaya vakit bulamadan önümde sanki peşinde onu kovalayan bir canavardan kaçarcasına koşan bir çocuk belirdi.
Yamalı kot pantolonu, pestili çıkmış ayakkabıları ve leke dolmuş tişörtüyle hiç durmayacak gibi koşuyordu. Ardından seslendim, bağırdım. Ancak durmadı. Ben de koşmak, onu yakalamak istedim. O koşabildiği kadar hızlı koşsun, sonuçta benim adımlarım onunkilerden daha büyüktü. Rahatlıkla yetişebilirdim. Tüm gücümle koşmaya başladım. Onun da kaybolmasını istemiyordum. Aramızda bir karış mesafe kalana kadar nefes bile almadım.
Bu sefer ben kazanmıştım. Ufaklığı yakalamayı başardığımı sandığımda yüzüme bir gülümseme yayıldı. Hafifçe kolumu uzatacağım ve… Hayır. Hiç de beklediğim gibi olmadı. Çünkü çocuk ortadan yok oldu. Elimi uzattığım yerde bir hiçlik vardı artık. Koca bir hiçlik. Yüzüme yayılan gülümseme yerini hayal kırıklığına bıraktı. Umutsuzca sendeledim. Adımlarım dengesizleşti. Yere doğru çömeldim. Bir süreliğine gözlerimi kapattım.
Bu yaşadıklarım her neyse bitmesini dilerken aniden omzumda hissettiğim bir şey yüzünden irkildim. Göz kapaklarımı birbirinden ayırdığım gibi omzuma baktım. Çocuğun geri döndüğünü umarken vücudu bana dönük duran başka birini gördüm, eli omzumdaydı. Gençti. Güzel giyinimliydi. Süt beyazı pantolon ve gömleğiyle zihnimde bir melek izlenimi uyandırmıştı. Yüzü net değildi. Ama sanki gülümsüyordu.
Elini yavaşça omzumdan çektiğinde tutmak için ellerimi ona doğru uzattım. Hissedemiyordum. Ellerimin uzandığı yerde somut bir şey algılayamadım. Algılarım mı kapalıydı, yoksa gerçekten ortada algılanacak bir şey yok muydu? Düşünceler kafamda akıp giderken belli bir süreliğine hareket edemedim. Donup kaldım. Benimle birlikte zaman da donmuştu. Algılarımı geri kazanmaya başladığımda kendimi yolda tekrardan yapayalnız buldum.
Kim olduklarını bile anlayamadan herkesin yok olduğu bu uğursuz yolun bir sonu yok muydu? Olmalıydı. Kendime sorduğum sorunun cevabını bulmak için devam ettim. Yalpalayarak ilerlerken ayağım yoldaki çıkıntılardan birine takıldı. Düşerken havada asılı kaldığımı sandım. Yüzümle yer arasında mesafe kalmadığında ağzıma kan tadı gelmesini veya başımın çatlamasını bekledim ancak hafif bir sızı dışında hiçbir şey hissetmiyordum.
Ne kadar süredir hissizleşmenin keyfini sürüyordum, sızlayan bedenim bunu kestirmemi zorlaştırdı. Kendimde değildim ancak kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmak istedim, kötü hissettiğimde beni huzura kavuşturan o dağınık, düzensiz; masum çocukluğumda şekiller çıkardığım bulutlar yoktu. Biraz daha kendime geldiğimde ise hala yerde hareketsiz uzandığımı fark ettim. Çaresiz bir böcek gibi sürünerek tekrar ayağa kalkmak için kendimi hazırladım.
Bu sefer düşmeyecektim. Sorumun cevabını öğrenmeden öylece durmaya niyetim yoktu. Yavaş yürüdüm, hızlandım, koştum ama hiç durmadım. Gözlerimi iyice kısıp baktığımda yolun ilerisinde beliren bir karaltı fark ettim. Hiçliğin ortasında neredeyse kafayı yemek üzereyken bu karaltı bitmek üzere olan umudumu tazeledi.
Karaltının olduğu yere vardığımda önümde bir yığın toprak ve insanlar vardı. Artık yalnız değildim ancak her şey bir rüya gibiydi: bulanık. Yalnızlığımı yok eden insanlar da bulanıktı. Sanki dokunsam toz olup havaya karışacak gibilerdi. Tanıdıklardı. Silüetlerini anımsıyordum. Üzerine çamur sıçramış mezar taşının etrafına doluşmuşlardı.
Kimisi tedirgin ve ne yapacağını şaşırmış, kimisi ise yaşlı gözlerle etrafa bakıyordu. Bir şey olmuştu, geri alınamayacak bir şey: tedavisi olmayan bir hastalık, dudakların arasından dökülmüş kırıcı bir söz, geçip gitmiş zaman gibi. Herkes bunun bilincinde, çaresizce kendini suçlarken: ben… bense yorulmuş ve uyuşmuştum.
Yolda gözlerimi ilk açtığımda kalbime yakın bir yerlerde hissettiğim o sızıyı anımsadım. Yol boyunca canımı yakan tek şey oydu. Benim sonum ve bu yolculuğun başlangıcı da oydu. Kafamdaki parçalar yerine oturduğunda farkında olmadan bir ağacın dalına tutunmuş, hareketsizce, kırılmasını bekliyor gibiydim. Aşağısı topraktı ama üstüne düşmeyi mi; sakin ve sessizce içine gömülmeyi mi istiyordum?
Ürperdim. Bu yolculuğun başından beri olmasına rağmen görmezden geldiğim keskin soğuğun bedenime işlediğini en derinden hissettim ve anladım ki yol buraya kadardı. O bebek çocuğa, o çocuk gence ve o gençse toprağa dönüşmüştü.
Git gide daha da soğuyan bedenimin çürümeye yüz tutacağı aşikardı ancak kim bilir belki ruhum yeni bedenlerde can bulacaktı.