
Geçenlerde elimde yine Martı Jonathan Livingston vardı. Küçük, incecik bir kitap ama etkisi asla sayfa sayısıyla ölçülmüyor. İlk bakışta “bir martının hikâyesi, ne kadar derin olabilir ki?” diye düşünebilirsiniz. Ama birkaç sayfa sonra kendinizi Jonathan’ın kanatlarının arasında, onunla birlikte gökyüzünde süzülürken buluyorsunuz.
Jonathan diğer martılardan farklı. Sürünün çoğu sadece karın doyurmakla ilgileniyor, onlar için uçmak yalnızca yemek bulmaya yarayan bir araç. Ama Jonathan için öyle değil. O, uçmanın kendisine âşık. Daha yükseğe, daha hızlı, daha özgür nasıl uçabilirim diye sürekli deniyor, düşüyor, kalkıyor. Tam da burada işte insanın içine dokunuyor hikâye. Çünkü hayatlarımızda biz de çoğu zaman “sadece karnımızı doyurmak” misali alışkanlıkların, sıradan düzenin peşine takılıyoruz. Oysa içimizde hep bir ses “daha fazlası olmalı” diye fısıldıyor.
Ama işte, farklı olmak bedava değil. Jonathan’ın başına gelen bize çok tanıdık geliyor. Onu deli ilan ediyorlar, sürüden dışlıyorlar. Yalnız bırakıyorlar. Ne kadar tanıdık değil mi? Farklı bir yol denediğinde, biraz daha öteye gitmek istediğinde sana tuhaf bakan insanlar… Bu yüzden kitap sadece bir martının hikâyesi değil, hepimizin hikâyesi aslında.
Ben okurken çok düşündüm: Kaç kere sırf başkaları garip bulmasın diye hayallerimi ertelemişim? Kaç kere “aman fazla göze batma” diye kendimi küçültmüşüm? Jonathan’ın vazgeçmemesi, pes etmemesi bana bunu hatırlattı. Evet, yalnızlık bazen acıtıyor, evet dışlanmak zor geliyor, ama kendi yolunu bulduğunda o özgürlük hissi her şeye değiyor.
Kitap bana şunu çok net hissettirdi: Sınırlar çoğu zaman gerçekte yok, biz var sanıyoruz. Aslında bizi durduran başkalarının kuralları değil, kendi korkularımız. Ve bir kere o korkuların ötesine geçtiğinde, gökyüzü gerçekten sınırsız.
Richard Bach bu mesajı öyle abartısız, öyle yalın bir dille anlatıyor ki… Kitabı okurken kendinizi ağır felsefi cümlelerin altında ezilmiş hissetmiyorsunuz. Aksine, küçücük bir hikâyeden kocaman bir ders çıkarıyorsunuz. En güzeli de, her okuyan kendi hayatından bir parça buluyor. Kimisi cesareti hatırlıyor, kimisi özgürlüğü, kimisi de tutkularını yeniden keşfediyor.
Benim için bu kitabı özel yapan şey, bana tekrar tekrar şunu fısıldaması oldu: “Kendi kanatların var, onları kullanmaktan korkma.” Ve bence bu mesajı duymaya hepimizin ihtiyacı var. Çünkü günün sonunda hepimiz biraz Jonathan’ız, biraz da sürü. Önemli olan hangi yanımızı beslediğimiz.
Eğer henüz okumadıysanız, kendinize bu küçük hediyeyi verin. Çünkü bu kitap sadece bir martının hikâyesi değil, sizin kendi özgürlüğünüzü hatırlama yolculuğunuz da olabilir.