Fyodor Mihayloviç Dostoyevski – Karanlıkla Aydınlığın Yazarı

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski – Karanlıkla Aydınlığın Yazarı

Dostoyevski’nin hikâyesi daha çocukken başladı aslında… Moskova’da, yoksul bir mahallede doğdu. Babası sert, otoriter, kimi zaman sevgiyi unutan bir adamdı; annesi ise ince ruhlu, narin ama çok çabuk yıpranan bir kadındı. Küçük Fyodor, annesini genç yaşta kaybettiğinde, dünyasının yarısı kararmıştı. Daha o yaşlarda, ölümün kokusunu tanımıştı.

Çocukluğu hiç kolay değildi. Babasının baskısı, hastalıklarla geçen günler ve yalnızlık… İşte bu zor yıllarda kitaplara sığındı. Gogol’ü, Puşkin’i, İncil’i okudu; ama en çok da insan ruhunun acıyan tarafını gözlemledi. Çocukken bile onun merakı, insanların yüzündeki gölgeleri fark etmekti. Belki de bu yüzden, büyüdüğünde yazdığı her karakter biraz ezik, biraz kırık, ama derinlemesine gerçek oldu.

Onun hayatı, bir romanın sayfalarına sığmazdı. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’yi okurken aslında tek bir adamın değil, yüzlerce ruhun acısını hissedersiniz. O, çocukluğundan itibaren hep kayıpların gölgesinde yaşadı. Ve kaderin en büyük oyunu idam sahnesiydi. Henüz gençken, siyasi fikirleri yüzünden kurşuna dizilmek üzere sıraya dizildi. Gözleri bağlandı, askerler nişan aldı… ve son saniyede cezası sürgüne çevrildi. Düşünsenize, ölümle yaşam arasındaki o birkaç dakika, bir insanın ruhunu nasıl parçalar? Dostoyevski’nin bütün romanlarında gördüğümüz “ölümün kıyısındaki insan” işte orada doğdu.

“Suç ve Ceza” bu anın yankısıdır. Raskolnikov sadece bir cinayet işleyen değil, her nefeste yaşamla ölümü tartan bir adamdır. Yazarın kendisi de o idam sabahında yaşamın değerini hissetmişti; Raskolnikov’un vicdan azabı, aslında Dostoyevski’nin kendi kalp çarpıntısıdır.

Aşklarından bahsetmemek haksızlık olur. Dostoyevski için aşk, huzur değil; sürekli bir savaş alanıydı. Kadınlara tutkulu bir şekilde bağlandı ama çoğu zaman kırıldı. Bu kırık kalbin en saf yansımasını “Ezilenler” romanında bulursunuz. Oradaki karakterler, sevgi uğruna kendini feda eden ama karşılığını bulamayan insanlardır.

Ve sonra kumar… Rulet masalarında kaybolan Dostoyevski, çoğu zaman kalemini borçlarını kapatmak için kullandı. Ama bu utancı bile sanata dönüştürdü. “Kumarbaz” romanı, sadece bir bağımlılığın değil; kaybetme tutkusunun, insanın kendini tüketişinin romanıdır.

Ama Dostoyevski’nin asıl kavgası kadınlarla ya da borçlarla değil, Tanrı’yla idi. Özellikle “Karamazov Kardeşler”bunu açıkça gösterir. Dimitri’nin tutkuları, İvan’ın aklı ve Alyoşa’nın inancı… Aslında bunların hepsi Dostoyevski’nin içindeki farklı seslerdir. İvan’ın Tanrı’ya meydan okuyan sözleri, yazarın gençliğinin isyanıdır; Alyoşa’nın şefkati ise son yıllarında bulmaya çalıştığı huzur. Karamazov ailesinin her tartışması, onun kendi vicdanıyla yaptığı kavgadır.

Ömrünün sonunda, Dostoyevski yorgun, borçlu ama ölümsüz eserleriyle ayaktaydı. 1881’de hayata gözlerini yumduğunda, cenazesine yüz binler akın etti. Çünkü herkes biliyordu: Dostoyevski’yi okumak, sadece bir yazarla tanışmak değil; insan ruhunun en derin kuyusuna bakmaktır.

Selin Aras

Edebiyat denemeleri, Kültür-Sanat, Kitap yorumları

Dinle00:00
1.0x

Yazıya yorum bırakın

Önceki Yazı

Sonraki Yazı

Takip Edin
Arama Trend
Rastgele Yazılar
Yükleniyor

Oturum açma 3 saniye...

Kaydolma 3 saniye...