
Yaklaşık 100 yıl kadar önceydi. Yunan ordusu Ege Bölgesi’ni işgal etmiş, Fransızlar Adana–Antep hattına asker yığmış, İtalyan askerleri Antalya’dan çıkmış, Konya Tren Garı’nda kahve içiyordu. Ermeniler Kars Kalesi’nde garnizon kurmuş, “Sivas’a kadar bizim.” diyordu. Koçgiri isyanları nedeniyle bölücüler Sivas–Yozgat hattında kaymakam koymayıp asıyordu. Samsun–Giresun hattı ise Pontus çeteleriyle doluydu.
Bütün bunlardan kötüsü, başkentimiz İstanbul’da Sadrazamımızın şoförü kötü araba kullandı diye İngiliz onbaşı koca sadrazamı kolundan tutup karakola götürebiliyordu.
Bunlar olurken Mustafa Kemal “Dünya bize karşı… Değerli yalnızlık.” falan demedi. Önce Ruslarla diplomatik anlaşmalar yaptı. Ermenileri neredeyse Erivan’a kadar kovaladı. İtalyanlara “İngilizler sizi oyuna getirdi.” deyip Anadolu’dan ayrılmaya ikna etti. İtalyanları o kadar ikna ettik ki giderken ilk büyük filomuzu kuracak uçakları almamızı görmezden geldiler.
Fransızlara “güç diplomasisinin” kralını uyguladık. Bir taraftan millî çeteler Fransız ordusunun belini kırarken, bir taraftan görüşmeler yapıldı. Hatta bu diplomasiyi o kadar iyi yürüttük ki, anlaşmaya göre çekilen Fransız ordusu tüm silah ve ağırlıklarını Türk Hükûmeti’ne teslim etti. Dumlupınar’da cephaneleri, Fransızların İngilizlere kızıp bize verdiği kamyonlarla taşıdık. Mazot yetmiyordu; İngilizlere kızan Ruslardan alıyorduk.
Nihayet karşı cephede sadece İngilizler ve Yunanlılar kalmıştı. Atatürk bir taraftan Bulgaristan ile görüşmeler yaptı. Yunanistan tüm ordusunu bize karşı çıkaramadı; Trakya’da olası Bulgar saldırısına karşı kuvvet saklamak zorunda kaldı. Yunan ordusu Polatlı önlerindeyken Mustafa Kemal İngilizlere karşı Afgan kralı ile anlaşma imzalıyor, savunma hattını Hindukuş Dağları’na kuruyordu.
Atatürk’ün İngilizlere karşı diplomatik atağı o kadar etkili oldu ki, Hindistan Bakanı Kral’a kendi başbakanını şikâyet etti:
“Türklerle uğraşmaya devam ettikçe onlar da burayı karıştırıyor. Biraz tarafsız olmazsak Hindistan ikiye bölünecek.” diye…
Örnek çok da gerek yok. Türk tarihinin büyük mareşali, en önemli zaferlerini savaş fabrikalarından çok diplomatlarını çalıştırarak kazandı. Çünkü yetenekli diplomatı olmayan milletlerin büyük zaferler kazanma şansı yoktur.
Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Bey, Çağlayangil ve Kamuran İnan gibi diplomatlarıyla tanınan Türk milletinin; yabancı dili bir yana bırakalım, ana dilini düzgün konuşamayan insanlarla “değerli yalnız” olmaktan başka şansı olabilir mi?