Gece, Havana’nın en güzel sahillerinden birinde dinlenmeye çekilmişken, gökyüzü denize olan aşkını göstermek istercesine en parlak takılarını takmış yukarıdan bu mükemmel sessizliği izliyordu. Deniz, düne göre daha durgun olmasına rağmen geniş aralıklarla büyük denebilecek dalgaları sahile getiriyor, genç delikanlılar bu dalgaları gururlandırmak istercesine rıhtımın yakınında ateş başına toplanmış şarkılar söyleyerek ve hikayeler anlatarak eğleniyorlar, ateşin dansı ve rom’un sertliği içinde tam anlamıyla kendilerinden geçiyorlardı. Genç kadınlar onları uzaktan gördüklerinde ne kadar tiksinmiş gibi davransalar da, gecenin sonunda kendilerini onların koluna bırakmak için can atıyorlardı. Bir şişe yerini diğerine, sarhoşluksa barbarlığa bırakırken, sesleri hayli yükselmişti ki, uzaktan askerler seslerini duymuş olsalar da biraz yorgunluktan, biraz da üşengeçlikten oraya gitmemişlerdi.
Şarkılar türküleri kovalaya dursun, bir süre sonra gençler yorulup, yarı uykulu halde kendilerini kumların ve kütüklerin üzerinde sızmaya bırakmışlardı. Bir tanesi ise, elinde şişesi ve ölüme teslim olmuşcasına beyaz olan teniyle ateşin dalgalarla olan dansına pür dikkat bakıyordu. Vücudu, denizin dünya üzerindeki bir yansıması gibi yaralanmış, yer yer tümüyle soyulmuştu. Kumların üzerinde bir heykel gibi öylece duruyor, kendini her an okyanusun güçlü fakat acımasız kollarına bırakabilecekmiş gibi acizce bekliyordu. Gözlerinin önünü dahi kapatan uzun saçları ve çelimsiz vücuduyla orada öylece oturuyor, ateşin alttan gelişiyle, yüzü sadece bir silüeti andırıyordu. Tek ayağını kumda sürttü, kafasını önüne eğdi ve saçlarını ateşe fazlasıyla yaklaştırdı, diğer ayağını oturduğu kütüğe kısa aralıklarla bir kaç kez vurmaya başladı. Aciz bir melodiyi andıran ayak seslerinin arasında dudaklarından çıkan fısıltılar melodiyi tamamlıyordu.
“Evet… evet… sizin için geliyorlar… okyanusun üç tanrısı, sizin için geliyorlar…”
Sesi sürekli kesiliyordu. Zorla konuşuyor gibiydi ve elindeki şişeyi her an yere düşürebilecek gibi duruyordu.
“Bizim için geliyorlar… saklanacak yer yok ve her saniye yaklaşıyorlar…”
Sesinin yükselmesiyle, bu aciz bedenin bir kadına ait olduğu anlaşılıyordu. Güveni artmışçasına, ayağa kalktı ve bağırarak söylemeye başladı şarkısını.
“BİZİM İÇİN GELİYORLAR! OKYANUSUN ÜÇ TANRISI, BİZİM İÇİN GELİYORLAR!”
Gençlerden birisi, ayılmayla baygınlık arasında gözünü açtı ve karşısında duran kadının bağırışlarına kulak kabarttığında duyduklarıyla biranda yerinden sıçrayıp yerden aldığı bir parça odunu kadına uzattı.
“Korsan! Yardım edin!” Diye bağırdı karanlığın içine. Askerler nöbet başında uyuya kalmışlardı.
Kadın “Hayır…” Dedi.
“Hayır efendim. Ben de sizler gibi bir vatandaşıyım bu şehrin, bu okyanusun.”
Genç geri adım atmadı. Sopasını iki eliyle kavradı ve ekledi:
“Ne diye korsan şarkısı söylüyorsun o zaman?!”
“Korsanlara değil, tanrılara söylüyorum şarkımı. Onların kutsal ruhları şehrimizi korusun diye söylüyorum!”
Elini aşağı doğru indirdi genç adam ve sopasını yere fırlattı.
“Neyden koruyacak?” Dedi. Korkmuş görünüyordu.
“Kendilerinden…”
Genç kadın birden dizlerinin üzerine çöktü, karşısında duran ateşe tek elini uzattı ve iki parmağını üzerinde gezdirdi.
“Dünyada, insanlar yokken onlar vardı…”
Gençler bir bir uyanıp meczup olduğunu düşündükleri bu kadını dinlemeye başlamışlardı.
“Hiçbir şey yokken, ruhlar bile dünyaya inmeye korkarken onlar bu denizlerin en büyük sahipleriydi… İnsanlar geldiğinde, onlara denizlerini açtılar. Kendilerinin olan bu dünyada onları misafir etmek istediklerini söylediler. Onlara, alet yapmayı, gemiler yapmayı öğrettiler. Yüzmeyi bahşettiler onlara, evlatları olan balıkların etlerini verdiler sırf yeni dostları ölmesin diye! Fakat insanoğlu her zamanki gibi acımasızdı. Her şeyden güçlü olduklarını, her şeye karşı çıkabileceklerini sanıyorlardı.”
Şişesini kaldırdı ve içinde kalan romu ateşin üzerine döktü. Ateş harlandı ve birden yükseldi.
“Tanrılara bile!”
Gençler korkmuş görünüyordu, uzaktan izleyen kızlar kadına kulak vermek için yanlarına kadar gelmişlerdi ve ellerini sıkmış ve göğüslerinin üzerinde birleştirmiş korkuyla dinliyorlardı.
“Bir gün, insanlar, tanrılara bir ziyafet hazırladıklarını söylediler ve onlardan çocuklarını korkutmamak için insan kılığına girmelerini istediler. Tanrılar, sadık olduğunu düşündükleri insanlara güvendiler ve onları birkaç saatliğine insan gibi gösterecek bir büyü yaptıktan sonra, tam da burada Havana’da olan ziyafete doğru yola çıktılar. İnsanlar onları çok güzel karşıladı ve çok iyi davrandılar. Gece ilerleyip, tanrılar rom’un ağırlığıyla neredeyse sarhoşluk kıyısına gelmişken, insanlar onlara çok özel olduğunu söylediklerini bir içki uzattılar. Tanrılar başlarda tereddüt etse de, insanlara her konuda güveniyorlardı. Tek dikişte bitirdiler üç bardağı ve tekrar istediler. Saatler saatleri kovaladıkça, tanrılar gitgide yoruluyor, kendilerini güçsüz hissediyorlardı. Bir tanesi, gitmelerini gerektiğini söylese de, yerinden kalkacak hali yoktu. Üç kardeş olan tanrılar, günlerce hatta haftalarca Havana’da rom ve özel içkiden içip sarhoşluğun tadını çıkarttılar. Bir gün geldiğinde, eğlence olduğu gibi devam ediyordu. Tanrılardan biri içmeyi bıraktı ve kız kardeşlerini de kendi gibi ayılttı. Günler geçmiş olmasına rağmen, kendi bedenlerine dönmemişlerdi. Aciz insan elleri ve güçsüz bedenlere mahkum edilmişlerdi. Biri, elini kaldırıp denize ulaşmaya çalıştığında, insanlar ona saldırdı ve tek gözünü olduğu gibi çıkarttı. Yardım etmeye çalışan kardeşlerine günlerce işkence ettiler ve onları insan bedenlerinde sonsuza dek kalmak üzere lanetlediler. Bu laneti tamamlamak için üç şey gerekiyordu onlara, tanrıların en güçlü üç parçası.
Tüm denizleri gören Alunea’nın görüşü, tüm denizleri sezen Aluvea’nın hisleri, ve en güçlü tanrı olan, tüm denizlerin kudretine sahip Aluneth’in kuvveti. İnsanoğlu asırlar boyu süren işkence sonucunda daha fazla dayanamayan Aluneth’in kardeşlerinin insan formunda serbest bırakılması şartını kabul ederek bu üç parçayı onlardan aldılar. Hisleri tamamen kaybolmuş, Aluvea ve gözünün ucunu dahi göremeyen Alunea dünyada yalnız başlarına yaşamaya başladılar. Tek amaçları vardı, kardeşlerini kurtarmak ve tekrar denizlerin tanrıları olmak. İntikam istemiyorlardı. İntikam, insan gibi aciz yaratıklara bahşedilmiş bir kusurdu. Ömürleri boyunca her gün büyücülere ve büyücü olduğunu iddia edenlere yalvararak yaşadılar… Ta ki, bir gün denizlerin en güçlü korsanı onları tayfasına davet edene kadar…”
Üzerinde ki yırtık gömleğin omuz tarafını tek eliyle aşağı doğru çekti ve üşüyormuş gibi ateşe biraz daha yaklaştı.
“Edward Thatch!”
Gençler ürperdiler ve derin bir nefes aldılar. Aralarından bir tanesi, cesaretini toplayıp ateşe yaklaştı ve:
“Kara Sakal…” Dedi titrek ses tonuyla.
Kadın kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı.
“On yıldan fazla süre kara sakalın güvertesinde aylaklık yaptı tanrılar, kara sakal onlara tekrar tanrılığı bahşedeceğine yemin etmişti. Bir gün gelip, artık kara sakal gemisine hükmedemeyecek kadar hastalandığında, Aluvea ve Alunea’yı yanına çağırıp son nefesinde onlara tekrar kendileri olmanın yolunu söyledi. Tanrılar, hem bu kadar iyi bir dostu kaybettiğine üzülmüş, hem de bedenlerine kavuşacakları için ölesiye sevinmişlerdi. Havana’da bir hapishanede çürümeye bırakılan kardeşlerinin yanına gittiler ve ona da bildiklerini anlattılar. Zindanda, isyan çıkartan tanrılar kardeşlerini de alıp Havana’nın sahiline dönmeyi başarmışlardı. Fakat eskisi kadar masum değildi hisleri artık, eskisi kadar iyi niyetli değillerdi insanlara karşı, yaşadıkları, onlara insanların boyunduruk altında tutulması gereken vahşi hayvanlardan farksız olduğunu göstermişti. Laneti kaldırmak için tam yirmi genç insan ruhu gerekiyordu onlara. Bu ruhlar hasta olamazlardı, iyi ve ya kötü, güçlü ve ya güçsüz olamazlardı. Bakir insanlardan alınması gerekiyordu. Hepsinin bir gecede, aynı yerde öldürülmesi gerekiyordu. Hepsinin kanı, bir ateşe bastırılmalıydı ve tanrılar o ateşte canlı canlı yanmalıydı. Yıllarca bu özelliklerde insanları aradı tanrılar, bir çok can aldılar fakat hiçbir zaman yirmi kişiyi aynı anda öldürüp kanlarını ateşe dökemediler. Son kez deneme kararı aldılar ve insanları kendileri bulup tanıştırdılar, hepsinin hayatını bir tesadüfle birleştirdiler ve hepsini birbirine mühürlediler, bir gece yine Havana’da tüm bu insanlar bir araya gelip bir ateşin başında toplandılar ve şarkılar söyleyip gecelerini en güzel şekilde, başlarına geleceklerden habersiz hayatlarının son dakikalarını yaşadılar.”
Ateş gitgide azalıyordu, genç kadın yerden aldığı başka bir şişe romu daha ateşe döktü ve bir kaç parça çalı çırpı atıp ateşi harladı.
“Hepsi, olabildiğine iyi insanlardı, sonlarının böyle olması ne üzücü!” Dedi ateşin yükselişinin ardında kalan ve zorlukla görünen gülümsemesiyle. Bir kaç saniye hiç konuşmadı ve hızla nefes almaya başladı.
Gençler birbirine bakıyor ve hikayenin sonunu ölesiye merak ediyorlardı. Cüsseli bir tanesi öne çıktı ve:
“Sonra ne oldu? Anlatsana be kadın!” Dedi bağırarak.”
“Evet… evet… sizin için geliyorlar… okyanusun üç tanrısı, sizin için geliyorlar…”
Gençlerin korkusu giderek artıyordu. Kadın tek elini ağzına götürdü, kalan romu sildi ve kafasını bir hamlede kaldırıp ateşin üzerinde bir anka kuşunu andıran saçlarını geriye attı. Kadının göz bebeklerinin olmadığını gören gençler kaçmayı düşündü fakat hareket edemeyecek kadar çok korkmuşlardı.
“Evet… Sizin için geliyoruz… Bizler denizlerin üç tanrısı… Sizler için geliyoruz…”