içinde

Dansa Gittik…

“Şehre garip bir hal inse, camdan bakar, senden bilirdim”

Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiçbir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum.

Korku da, ölüm de, acı da
insanı yeni bir doğuma hazırlayan sancıdır
ama unutma ki sevgilim sakın
meyve vermeyen tek ağaç, darağacıdır!.

Bebektim, çocuktum, ergenliğimi darbeye kaptırıp yaşayamadan büyüdüm. İnsanlara güvenecek kadar aptal, şiire sığınacak kadar da cesur bir gençlik yaşadım. İnkâra gerek yok, hiddetli görünsem de sürekli romantiktim. Ne sömürülen zamanımı bir ‘duruş’a çevirdim ne de önemli şeyleri bir yüz felci sanıp somurtarak yürüdüm.
17 yaşındayken Datça’da ahşap bir iskelede oturup geceye ve Akdeniz’e doğru ‘bir gün ölmeye size geleceğim’ dedim.
Beni sürekli dövse de babama inanarak, bana sarılmayı hep ihmal etse de annemi severek hayata atıldım. Tecavüze uğradığım yahut tacizle tanıştığım için değil, erkekleri sevdiğim için eşcinselliği; arkadaşlarım dayattığından değil, kafam çalıştığı için anarko-sosyalistliği; maçları kazandığı için değil, âşık olduğumdan Fenerbahçe’yi seçtim. Hepsini maceraperestliğime vermek gerek.
Şiir yazdım. Eğer şiirse onlar.
Aşklar yaşadım. Eğer ciddiye alındılarsa.
Bir adım vardı, İskender’di o; kimseye büyüklenmediğimi göstermek için ‘küçük’ denmesini istedim.
Yaşadığım ülkeyi faşistler yönetmeseydi, cennet olurdu. Eminim.
O beni sevmese de ben bu ülkeyi çok sevdim.

Eğlenmesini de biliriz biz ağlamayı ezberlediğimiz kadar – meselemiz hep insan, meselemiz hep yaşamayı şenliğe çevirebileceğimiz bu gezegen. Birkaç avuç et olmadığımızı bile bile söyledik inandığımız doğruları. Dürüstçe. Kaypaklık yapmadan. Kaybetme korkusu duymadan.

İyi ki yaşadım.
İyi ki yaşayacaksınız.
İyi ki yazdım.
İyi ki okuyup yazıp kazanacaksınız.”

Ben öldükten sonra nasıl bir ritüel olur diye düşünürsek, mesela Can Baba’nın mezarına şarap dökmek gibi bir şey de istemem ben.

Benim arkamdan domuz gibi içsinler de istemem. Kim ne yapmak istiyorsa yapsın o beni ilgilendirmez de, benim istediğim benim öldüğümü duydukları gün mesela dansa gitsinler isterim.

Yani dansa gitmeyenler dansa gitsin. Bir gün önce dansa gidenler de uzun zamandır çok özledikleri sevgililerini arasınlar. O arayanlar varsa ne bileyim parti versinler o gece, yani çok eğlensinler.

Ben öldüm diye eğlenmesinler, böyle bir adam yaşadığı diye eğlensinler.

“Gücü yetenler şiire iltica etsin. Hele imkanı olanlar tez zamanda… Son sözüm de bu olsun”

O yine Boğaz’da bir beyaz martı, Beyoğlu sokaklarında kara bir kedi olarak dolaşacaktır. Her bahar İstanbul’da erguvan, adalarda mimoza olarak açacaktır. Her gün yeniden şiiri kuşanacak, şehri kuşatacak, aşka abanacaktır. O şiirler boşuna yazılmış olamaz. O şiirlerin boşuna yazılmadığını biliyoruz. Beyaz martı, kara kedi küçük İskender sahiden yaşadı, onu da biliyoruz…

Yazar Sefik Duran

Bir yanıt yazın

Kendimle Röportaj

Memleketim Selanik