Rüzgar eserken dışarıda sanki bir yaratık taşıyorum heybemde. Tanımlayamadığım, tanıyamadığım büyük bir tutkumun katili aynı zamanda bu yaratık. Pencereden gökyüzüne bakarken güneşi görmemeyi ümit ettiğim günlerde, güneşi arayan, mumdan gözleri olan bir meczup gibiyim.
Hayatın neresinde kasvet, iç sıkıntısı, bunalım, karamsarlık, kötü hatıra, kötü yaşanmışlıklar, kötü insanlar ve eylemler varsa gözümün önüne gelip, kulağımdan girip beynime sıcak bir lav gibi enjekte oluyor ve içten içe küçülüyorum, buruşuyor, kırışıyor ve ölüyorum.
Bir kazığın önünde gözleri bağlı iri yarı bir cellada teslim edilmiş sanki elim, kolum.
Gözlerimin önünden çekilen bant, Tanrının bir kaç zerresini lütuf gördüğü güneşi getiriyor gözlerimin önüne. Solumda bir çocuk var kazığa bağlanmış elleri ve ayaklarından. Gözlerinden kan akıyor. Mil çekilmiş gözlerinde; günışığı lütfuna duacı ancak tanrı adina karar verme gafletine sahip halkın hüznü görünüyor.
Bir rüyadaymişım uyanıyorum. Zaman ilerlemiş.
Mekan, kasvet, ağız dolusu karanlık, sıkışan kafatasım ve şimdi gırtlağıma kadar inmiş lav hâlâ aynı.
Radyoda “the girl from the north country” çalıyor. Bob Dylan’dan. Sesi açmak istiyorum ancak düşüncelerimin sesini duymama engel oluyor, histerik çığlıklar atıyorum içimden. Kapatıyorum sonuna kadar. Şimdi de düşüncelerimin karanlık tünellerinde boğulma zamanı. Dengeyi bir türlü bulamıyorum. Bir şeyler okumak istiyorum ancak sessizlik beni öldürüyor. Yine düşünmeye, tek bir kelime anlamadan sayfalarca okumaya itiyor.
Kağıttan tapınaklar tarafından ihanete uğruyorum. Sezar’ın ölümü aklıma geliyor, canım sıkılıyor, daralıyorum, bunalıyorum. Beyaz tenli bir kadının ince boyun damarlarında dolaşan kan gibi dışarı fışkırmak istiyorum. Ancak yine kendi içime patlıyorum. Dağılıyorum. İhanetin karşı tarafında bertaraf oluyorum.
Özgürlüğü seçmek lüksüne sahip olan ancak bile isteye binlerce yıllık bir şehrin kadınına tutsak kalmış bir berduşum ben.
Yatağımdan kalkıyorum, bir kahve koyuyorum. Biraz da benzedrin. Benzedrin ile kahveyi shot atarak bir şeyler karalamaya koyuluyorum. Aynı yöntemle bir otel odasında iki haftada “on the road” yazıldı. Benim kafamda ise ancak karanlık anların, hatırlanmak istenmeyen ama geri dönmek için yanıp tutuşulan zamanların, mekanların tasviri dönüyor. Dönüp dolaşıyor ve içten içe tüm benliğimi kemiriyor. Gözlerim mumdan demiştim. Şimdi yanıyor işte. Fünyesi ağzımdan sarkmış bir dinamit var aklımda. Gözlerimle ateşe verdiğim bu ip, yağlı urgandan çok daha rahat bir biçimde hazırlıyor sonumu.
Gökyüzünden inen keskin ayaza övgüye, kağıttan tapınaklara ve yollara hasret cümlelere, eski ahşap bir evin önünden sırtında fani dünyanin heybesiyle geçerken yeryuzunden yansımasına bakan berduşlara öykünmeye, kendi hayatımla birlikte son verdim.
Hep aklınca yaşamaktı tek derdim,
Keyfini çıkarmak sevdanın da, kederin de
Dünya sofrası önüne cesedimi serdim.
Kalbime de kalemime de,
Hep ettiginden fazlasını verdim.
Cehennemin de cennetin de en dibinde
Kendime bir yer biçtim.
Hep aklınca yaşamaktı tek derdim
Yaşamayı sevmek ve sevmek için yaşamak
Yarın ölsem bir avuç kül ederim
Yarına kalmıyor kaf dağını aşmak
Bugün öldüm
Yarın bir dağda dirilmek üzere
Bir avuç küle döndüm
Kaf dağından inmek için mezara
Nedir kasvet? Hikayesini anlatmak zor.
Hayatın sürüklediği buhranlar, acı içinde kıvranıp dışarıya susmak. Çok anlatmak isterdim. Çok konuşmak isterdim. Ama artık yanlızlığım dan şikayet etmiyorum. Seni de takibe alıyorum. Kendim konuşur gibi okudum. Etkileyici !