Eski çocukluğum kalmamış, özlemişim kendi kendime kurduğum oyunları; boş koltuklara söylediğim şarkıları, boşluklara attığım kahkahaları. Yalnızmışım, yalnız ama mutlu. Kanarmış dizlerim, acımazmış canım. Asırları değil, saniyeleri alırmış ömrümden kabuk bağlamaları yaralarımın. Düştüğümde kaldıran eller varmış, düşmem için sırtımdan itenler değil.
Uslu bir çocukmuşum, kinim yokmuş, nefretim yokmuş. Tek derdimmiş Süleyman abiyi bisikletle geçmek, ebeden önce o duvara vurup elimi “sobe sobe!” diye bağırabilmek. Mavi kapılı evimizi sevmişim en çok, asma bahçemizi, anneannemin sabahları börekler çörekler yaptığı o ocağı, köşede ki gülümüzü, o gülün dibinde yavrulayan kediyi… Çocukluğumu sevmişim en çok, büyüklere hayran hayran bakarken, büyümek isterken.
Yavaş yavaş kaybetmişim çocukluğumu; önce hayallerimde boş koltukları dolduramamışım, sonra boşuğa atacak kahkaham kalmamış. Yerden kaldırmak için uzanan ellerim gitmiş, sırtıma dokunan her el yüreğimi delmiş, geçmiş. Paramparça olmuş dizlerim, yaralarım kabuk bağlamamış. O mavi kapı siyaha boyanmış, duvarlar soluk bir kahverengi. Kin dolmuşum yavaş yavaş, nefretin ta kendisi olmuşum. En çokta aynadakinden soğumuşum.
Üstelik hiç geçememişim Süleyman abiyi, hayat ise usanmadan sıkılmadan beni görmez dediğim her yerde sobelemiş. Birileri de dönmüş, dolaşmış, ömür demiş buna; bu büyük yalnızlığa.