Bir Kutucuğun Hikâyesi

SMYRNA1 ay önce

Merhaba sevgili dinleyenler, kuyuya hoş geldiniz.

Ben Smyrna. Bugün sizlerle kuyuya yumuşak bir iniş yapacağız. Hazırsanız ipi salıyorum.

Ve şöyle başlamak istiyorum. Yerini yadırgıyan bir saksı bitkisi düşünün. Onun gibi bir türlü çiçek açamadığımız topraklarda tutunmaya çalışıyoruz biz insanoğlu. Sevmediğimiz iş yerleri, bir türlü güçlü bağ kuramadığımız arkadaş çevreleri, bazen boğulduğumuz sokaklar, çevreler, caddeler ve haliyle bu sokakların üzerindeki evler.

Bir yere ait olamama hissi, o ağızda kalan kekremsi tat. İçeriden kırıldığında yeni bir hayatın başlayacağı bir kabuk meselesi. Ama ne yazık ki yılların getirdiği bir sıkışmışlık da var. Son 2-3 yıldır tam da bu duyguyla yaşıyorum açıkçası.

Birkaç kez denedim, adımlar attım ama her seferinde yeniden başladığım yere döndüm. Bir yorulmuşluk da gelmedi değil. En çok kanımı emen iş yerinden kurtulmak için gözümü gökyüzüne diktim.

Bundan tam 15 yıl önce aslında ilk başına dönersek… Üniversiteden mezun olacağım dönem. Son dönem kalmış. O dönemlerde şimdilerin en dijital hava yolunun mülakatına gitmiştim. Henüz mezun değildim ve sürecin ilerleyen aşamalarına da bu sebeple katılamamıştım.

O dönemde İK Müdürü’ne kadar mail attım. O dönemde gerçekten birinin mail adresini bulabilmek biraz zorlu bir süreçti diye hatırlıyorum. Bir şekilde buldum ve mail de atmıştım. Ama maalesef süreçlere devam edemiyordum.

Mezuniyetime birkaç ay kala bu kez de Bayrak Taşıyıcı Hava Yolları’nın ilanına online bir başvuru yaptım. Hayatımda ilk kez bu kadar uzun ve detaylı bir başvuru formunu dolduruyordum açıkçası. Her şey böyle tık tık tık ilerlerken bir soruya geldiğimde duraksadım ve bugün cahilce olduğunu kabul ettiğim bir karar aldım.

O soruyu da hâlâ hatırlıyorum. Şu minvalde bir şeydi:

“Başvurunuzu tamamladığınızda, süreçler tamamlandığında ve olumlu sonuçlandığında İstanbul’da ikamet etmeniz gerektiğini kabul etmiş olacaksınız.”

Tek yapmam gereken küçücük bir kutucuğu işaretlemekti. İşte 22’lerdeki aklımla, 21’lerdeki aklımla tek başıma İstanbul’da nasıl yaşarım diye düşünüp başvuruyu tamamlamadım. Sanki 17-18 yaşında o güne kadar küçücük bir şehirde yaşamış ve oradan hiç kafasını çıkarmamış ve birden İzmir gibi bir yere tek başına gelip, tek başına mücadele etmiş ben değilmişim gibi davrandım.

İzmir’de gitmediğim semt kalmamış. Hafta içi okul, hafta sonu iş derken yıllar geçirmişim. Tam bitireceğim dönemde ben İstanbul’da yaşayamam düşüncesiyle o kutucuğu işaretlememişim.

Hatta o günlerden bir anımı, yani bu yazıyı yazarken de bir anımı anlatmak istiyorum. O günkü Smyrna’yı görüp açıkçası şu an çok üzülüyorum.

Şöyle bir durum vardı. Bir tatil dönüşüydü. Yine muhtemelen kış vaktiydi ya da sonbahardı. Tam hatırlayamıyorum ama… Biz İzmir’e gittiğimizde bize çok yardımcı olan bir aile dostu, babamın bir arkadaşıydı. Kızını da ben ilkokul birinci sınıftan tanıyorum. Sonrasında ayrılmıştı kız ve herhangi bir görüşmüşlüğümüz falan yok yani.

Biz İzmir’e ilk gittiğimizde bize çok yardımcı olmuşlardı. Yurt konusunda, gidiş geliş vs. Hatta onlarda kalmışlığım da var benim. Çünkü yıllar içerisinde hafta sonları çalışmadır vs. Kızıyla beraber bir AVM’de, hatta Mavişehir’de bir AVM’de çalışıyordum hafta sonu onunla beraber.

Bazen bayramlarda gitmeyip de yine onlarda kalarak, hatta onların evinde kalıyordum. Sabah gidiyorduk, akşam geliyorduk ve yatıyorduk. Sabah tekrar gidiyorduk. Öyle bir yerde açıkçası. Hani evin içinde de çok kalmıyorduk ama yine de tabii ki aynı ortamı paylaşıyorduk.

Ara tatilden döndükten sonra babamın da bir hediyesini bu aileye götürmek için taa Bornova’dan, Karşıyaka’daki Cumhuriyet Mahallesi’ne gittim. İzmir’i bilenler bilir. Aradaki mesafe inanılmaz uzak aslında. Cumhuriyet Mahallesi’ni de bilenler bilir. Yani sadece yokuş bir mahalle.

Otobüsten indikten sonra resmen tırmanarak eve kadar gittim. Fakat mahalle karanlığa gömülmüştü. Elektrikler yoktu. Zaten hava kararmıştı. Sadece telefon ışığıyla yürüyebiliyordum. Sürekli yokuş olan bir yerde tabiri caizse tırmanmak gerçekten hem yorucuydu hem de bir taraftan sürekli köpek sesi duyuyordum. Uzaktan duyuyordum. Biraz da korkuyordum.

Nihayet eve ulaştım. Kapıyı birkaç kez çaldım. Evin hanımı uykulu gözlerle açtı. Biraz da yüzü asık gibiydi. Ben hâlâ telefon ışığıyla aydınlatıyordum kendimi. İyi akşamlar dedim, adını şu an inanın hatırlayamıyorum. “Babam size bunu gönderdi” dedim. Elimdekini uzattım.

Beni içeri davet etmesini beklemiyor değildim. Çünkü akşam vakti olmuştu, elektrikler yoktu. Aramızda da bir samimiyet vardı. Zaten kalmışlığım var sizde. Ama maalesef “Tamam” dedi ve kapattı kapıyı direkt.

Hani kapı kapanır ve orada durursunuz ya. Normalde birini yolcu edeceğiniz zaman uğurladığınız kişi merdivenlerden görünmeyene kadar kapıyı açık tutarsınız ya… Öyle bir şey değildi. Ben merdivenlerin başındayım, kapı kapandı ve ben hâlâ oradayım.

Tamam deyip geçtim ben de. Artık şaşırdım ama birazcık… Zaten korkuyordum oraya çıkana kadar, tedirgindim. Bir de geri dönüş. Zaten nerede olduğunu bir türlü kestiremediğim o köpek hâlâ havlamaya devam ediyordu ve yakınlaşmıştı gibi. Oldukça korkmuştum açıkçası.

Durağa gidene kadar yüreğim ağzımdaydı. Sonunda otobüse binip yurda döndüm. Başıma bir şey gelebilir miydi? Gelebilirdi. Ama şu an düşünüyorum da gerçekten bazı yerlerde ucuz kurtulmuşum. Çok tekin bir mahalle olduğunu da düşünmüyorum.

Neyse ki… Diyeceğim o ki; bu ve buna benzer pek çok olayı yaşamışken nasıl oldu da bir başvuru formundaki minicik bir kutucuğu işaretlemeye cesaret edemedim, bilemiyorum.

Evet, o cesareti gösteremedim. Ve başvuruyu tamamlayamadım açıkçası. 17-18 yıl önce yapamadığım başvuruyu yıllar sonra tekrarlamak istediğimde ise… Onu da bir sonraki podcastimde anlatacağım sizlere.

Bugünlük kuyumuzdan pişmanlık çıkardığımızı da böylece duyurmuş olayım.

Sevgiyle kalın, kendinize iyi bakın.

Takip Edin
Arama Trend
Rastgele Yazılar
Yükleniyor

Oturum açma 3 saniye...

Kaydolma 3 saniye...