Annemin her gün hastalıktan gelen isyanlarının sonu yoktu. Gün geçtikçe daha çok artıyor; hastalık daha çok çıkılmaz bir yola giriyordu. Haftanın neredeyse her günü hastanede geçiriyorduk. Bir türlü hastalığın bir çözümü, bir teşhisi yoktu. Neyi nasıl yapmam gerektiğini de bilemiyordum, bir çıkmazın duvarlarında ağlamak istiyordum sessizce… Teknoloji çağının en üst seviyelerine gelmiş olmamıza rağmen hala küçük bir mide yanmasının nedenini bulamıyorlardı. Hala aynı bayağı laflarla bir sonraki güne aktarıyorlardı. Böyle bir süre devam etti. Sonunda başka hastanelere gitmeye karar verdik. Bir süre çevremiz de olan bütün hastanelere gittik umudumuzu koruyarak! Ama hiçbirinden de bir çözüm yolu gelmeyince artık bir şeylerin olmayacağına dair olan bütün umudumuzu kaybetmiştik.
Sadece küçük bir mide yanmasının nedenini bulmak bu kadar zor olmamalıydı! Gün geçtikçe annemin de hastalığı daha çok artmaya, daha çok düşünmeye, daha çok zayıflamaya başlamıştı. Herhalde yaşamdaki en kötü şeylerden biri de belirsizlik içinde olmaktı. Hangi yola gitmen gerektiğini, hangi yolun olduğunu, doğruyu, yanlışı bilememek…
Küçük bir bebeğin çaresiz gözlerindeki acıyı görüyordum annemde. Bir çıkmaz yolun başını sonunu düşünmekten yorulmuş, acıkmış bir kedinin ruh halindeki umutsuzluğu görüyordum. Bunu görmek bazen büyük bir hayal kırıklığı, bazen de yeni bir umut olurdu bende. “Hadi ama anne sen neleri atlattın bu mu zor gelecek?” diye her gün tekrarlardım. Buna kendimi bile zorla inandırırdım.
Birkaç ay sonra yeni bir doktorun yanına gitmiştik. Ciğerlerinde bir sorun olabilir, biyopsi yapmamız gerektiğini söylemişti. Hiç vakit kaybetmeden bütün işlemleri halledip hastaneye gittik. Hastanede birkaç gün kalmamız gerektiğini söylemişti doktur. Biyopsinin de biraz zorlu bir süreç olduğunu, annemin başka hastalıklarının olması muhtemel olduğu için biraz uzun süreceğini söylemişti.
İşlem zamanı gelmişti, annemi odaya aldılar ben de kapıda her şeyin iyi olacağına inancımı koruyarak bekliyordum. Biraz tedirgin, biraz üzüntülü biraz da şaşkındım. Tedirgin olunca nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Bir yaramaz çocuğun bütün sözlere aldırış etmeden çılgınca oynadığı zamanki an gibiydim. Etrafımda birkaç adam, birkaç sandalye, bir koridor…
“Pardon acaba siz İngilizce biliyor musunuz?” diye hafifçe beni dürten orta yaşlı adama baktım. Sesi o kadar yumuşak, o kadar babacaydı ki hafif bir tebessüm ettim, “Hayır, bilmiyorum. Neden sordunuz?” dedim. Adamın bakışındaki içtenliğe bakınca kalbimde hafif bir mutluluk, bir rahatlama hissetmiştim. ”Efendim, isterseniz ben size yardımcı olabilirim. Birkaç dil biliyorum. Hangisini isterseniz?” Şaşırmıştım, neden ben, neden burada? Diye içimden geçirmeden duramadım. Sözlerini bitirir bitirmez yan olarak oturmuş olmaktan çıkıp bana döndü. Kelimelerindeki muhteşem telaffuzlarına hayran kalmamak elde değildi. Ne kadar da kibar bir adam demiştim kendi kendime.
Uzunca sohbet etmiştik, herhalde sohbet etmekten hiç bu kadar keyif almamıştım. Muhtemelen benim yaşımda bir adam olsaydı hiç tereddüt etmeden aşık olabilirdim! Kitap okuyup okumadığını sormuştum, okumadığını duyunca hem hayal kırıklığı hem de bir şaşırma gelmişti. Bu kadar mükemmel konuşan, bu kadar hayat tecrübesi olan bir adam nasıl olurda kitap okumamış olabilirdi ki!
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Yarım saat, bir saat, iki saat… Sohbetin ortasında başka bir adam gelip etrafımda olan adamlara seslenince büyük bir şaşkınlık hissettim. “Beyler hadi gidiyoruz, geç oldu”. Yanımdaki adam da kalktı, veda edip gidince arkasından baktım ve hiç bu kadar şaşkınlık yaşamamıştım: Büyük bir üzüntü, büyük bir hüzün, bir ağlama hissi, bir içten içe isyan etme hissi… Adamın yeleğinde “Huzurevi” yazıyordu…
Herhalde o anki duygularımı tarif etmem için bir ömür daha yaşamam gerekirdi. Yanağımda yaşlarının süzüldüğünü hissettim.
Annemin operasyonu da bitmişti, iyi geçmişti. Ama ben iyi değildim, bir süre de iyi olamadım, olamayacaktım!