Bir zamanlar hayatın anlamı hareketti sanıyordum. Daha çok yer görmek, daha çok insan tanımak, daha çok şey yapmak… Sanki sürekli bir şeylerin peşinde olmazsam, varlığım eksilecekmiş gibi hissediyordum.
Sonra bir gün durdum.
Ve o duruş, tahmin ettiğimden çok daha gürültülüydü.
Sessizliğin içinde kendi sesimi duymaya başladım. Gündüzlerin koşuşturması, gecelerin kalabalığı, içimdeki boşluğu hiç doldurmamış meğer. Yıllarca kendimi o kalabalıklara karıştırarak unuttuğumu fark ettim.
Şimdi hayatım basit. Belki dışarıdan sıkıcı görünüyor. Aynı sabah, aynı kahve, aynı yollar… Ama bu tekrarın içinde tuhaf bir huzur var. Hiçbir şeyin aceleye getirilmediği, kimseye yetişilmediği bir dinginlik.
Artık büyük planlar yapmıyorum. İnsanların seslerini kısmadan, kendi içimdekini duyabildiğim bir yere sığındım. Kalabalıklardan uzaklaştıkça, kim olduğumu biraz daha hatırlıyorum.
Bazen günler geçiyor, hiçbir şey olmuyor. Ama ben tam da o hiçbir şeyin içinde nefes alabiliyorum. Belki bu, büyümek denilen şeydir. Ya da sadece kabullenmek: bazı eksiklikler hiç dolmayacak, bazı insanlar hiç dönmeyecek, bazı soruların cevabı da hiçbir zaman bulunmayacak.
Ama artık aramıyorum.
Bazı şeyleri bulamayınca, insanın içi sessizleşiyor.
Ben o sessizliği seçtim.
Sıradanlığı, yavaşlığı, görünmezliği.
Çünkü orada, hiçbir şeyin ispatlanması gerekmiyor.
Ve yıllar sonra ilk defa, kendimi olduğum haliyle sevebiliyorum.