
Bir çocuk düşün; 1452’de, Toskana’nın küçük bir köyünde doğuyor. Adı Leonardo. Çamurun içine bastığında izine bakıyor, derenin kıvrımını çiziyor, kuşların kanat çırpışını gözleriyle takip ediyor. Daha küçük yaşlarda bile dünyayı sıradan bir yer değil, çözülecek bir bilmece gibi görüyordu.
Floransa’ya vardığında kaderi değişti. Ustası Verrocchio’nun atölyesinde, fırça ve boyaların kokusu arasında yepyeni bir dünya açıldı önüne. Rivayete göre bir gün hocasının tablosundaki meleğin yüzünü o boyadı ve Verrocchio, öğrencisinin yeteneği karşısında fırçasını bırakıp bir daha eline almadı. Gerçek mi, efsane mi bilinmez; ama o andan itibaren Leonardo’nun farklı olduğu kesindi.
Onun yaptığı tablolar sıradan değildi. “Son Akşam Yemeği”ni izleyen herkes sadece İsa’yı değil, etrafındaki insanların şaşkınlığını, korkusunu, heyecanını görür. “Mona Lisa”ya bakıldığında ise basit bir portre değil, yüzyıllardır çözülemeyen bir sırla karşılaşılır. Gülüyor mu, susuyor mu? Cevabı hâlâ yok.
Ama Leonardo’nun asıl mirası belki de tabloları değil, defterleridir. Sayfalar dolusu çizim: helikoptere benzeyen makineler, köprü tasarıları, savaş aletleri, anatomi şemaları… Yüzyıllar boyunca kimsenin aklına gelmeyen fikirleri o hayal etmişti. Çoğunu yapamadı, hatta çoğu zaman başladığı işleri yarım bıraktı. Çünkü zihninde kurduğu mükemmelliği tuvalde ya da atölyede bulamadığında devam etmeyi bırakıyordu.

Onun ilginç yanları da vardı. Yazılarını ters yazardı; ancak aynayla okunabilirdi. Hayvanlara karşı büyük bir şefkat gösterirdi, kafesteki kuşları satın alıp özgürlüğüne bırakırdı. Et yemeyi reddettiği söylenir. Çağının çok ötesinde, duyarlı bir ruhtu.
Yaşamının son yıllarını Fransa’da, kralın himayesinde geçirdi. Orada, Loire kıyısındaki bir şatoda defterleriyle yaşadı. Bedeni yaşlanıyordu ama zihni hâlâ gençti, hâlâ meraklıydı. 1519’da öldüğünde ardında çok az tablo, ama insanlığın hayal gücünü değiştiren binlerce fikir bıraktı.
Bugün üzerinden beş yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ onun izindeyiz. Uçaklara baktığımızda, mühendislik çizimlerine göz attığımızda, anatomi kitaplarında insan vücudunu incelerken Leonardo’nun dokunuşunu hissediyoruz. Mona Lisa hâlâ dünyanın en çok ziyaret edilen tablosu, defterlerindeki çizimler hâlâ ders kitaplarında.
Leonardo da Vinci sadece bir ressam değildi. O, insan merakının ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bir mucit, bir gözlemci, bir filozof… Kısacası, ressamlığın çok ötesinde bir dahi. Ve belki de bize bıraktığı en büyük miras, hâlâ kulağımıza fısıldadığı şu cümle:
“Bak, düşün, hayal et… Gerisi gelir.”