
“Bir şeyi gerçekten istediğinde, tüm evren onu gerçekleştirmek için iş birliği yapar.”
Simyacı’yı ilk kez elime aldığımda, açıkçası bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim. Hızla okunabilecek, basit bir hikâye sanmıştım. Oysa ilk sayfalardan itibaren kendimi Santiago’nun yolculuğunun içinde buldum. Sayfalar ilerledikçe, bu sadece bir çobanın hikâyesi değil, benim kendi yolculuğumun da bir yansımasıydı.
Santiago’nun peşinden koştuğu hazine, bana uzun zamandır ertelediğim hayallerimi hatırlattı. Hayatın koşturmacasında, gerçekten ne istediğimi unuttuğumu fark ettim. Coelho, o yalın diliyle bana “dur ve bak” diyordu. Bazen aradığımız şeyin aslında çok yakınımızda olduğunu, ama görmemek için ne çok bahane bulduğumuzu anladım.
Okudukça, hikâyedeki her karakterin bende bir karşılığı olduğunu hissettim. Çöl, zorlukları; simyacı, hayatın öğretmenlerini; yolculuk ise kendi iç sesimi dinleme çabamı temsil ediyordu. Her durak, bana kendi geçmişimden bir anı hatırlattı.
Kitabı bitirdiğimde bir huzur kapladı içimi. Çünkü Simyacı, bana bir şeyi gerçekten istediğimde, hayatın bana yardım etmek için nasıl yollar açabileceğini yeniden hatırlattı. Ve belki de asıl ders şuydu: Asıl hazine, varmak değil; yolda öğrendiklerimizdi.
Şimdi kitabı kapatıp kahvemi yudumlarken, kendime soruyorum: Benim hazinem nerede? Belki de cevap çok uzaklarda değil… Sizin kendi yolculuğunuz nerede başlıyor?