Gecenin verdiği bir hüzün vardır bilir misin? Hüznün sözleri bir bıçak kadar keskindir.
Hangi söz daha çok kalbimi acıtıyordu…
“Neden olmuyor ne kaldı elimde avucumda? Tutunmuşum hayata paramparça.” Baktım uzun süre duvarın müziğe dalışına, kitapların yaşlanmış ruhuna, halının kırışmış vücuduna. Ah herkes ne kadar hüzünlü bu odada…
Ah keşke bu etrafımdaki her şey bir kalem olsa da anlığına hayatta bilmediğim her şeyi anlatsalar bana. Her şeyi olmasa da olur, beni bana anlatsalar. İçimde kendimin bile anlayamadığı o dünyayı çıkartıp kitap haline getirseler. Ölesiye okusam…
Koca bir yalnızlık hissediyorum. Dolu bir yalnızlık… Bir budala kadar sarhoş, bir aptal kadar filozof.
Bir sayfa daha kopuyor zamanımdan, öyle bıkkın ve kimsesiz… Yalnızlığın verdiği bir tebessüm gibiydi geçen her dakikam, mutluğun duvarında asılı kalmıştı.
“Belki de yeni bir başlangıç yapmanın vaktidir. Yeni bir başlangıç için her şeyi yıkmanın vakti.” demişti Sabahattin Ali. Her şeyi yıkmak için bir şeylerin olması gerekmez miydi!?
“Her insan hakkettiği hayatı yaşar” diye bir söz vardır halk arasında. Hakkettiğim hayatın bir dünyasını bulamadım ben. Söyleyenlerin dünyası bu: Düşüncesiz kafalar, egemen ruhların çöküşleri, yıkılmış çocukluk dünyaları, olması gereken duyguların firar ettiği hapishaneleri… Bu onların dünyası, kalıplaşmış sözlerin kölelerinin dünyası…
“Tıpkı yabancı bir denizde akıntıya kapılmış elinde harita ve pergel bulunmayan bir denizci gibiyim.”