
Mesleğe başladığım ilk yıl, bir pazar günüydü. Lojmanın önüne Jandarma jipi yanaştı. Onbaşı,
“Hocam bir intihar vakası var. Siz nöbetçisiniz, savcı beyle üsteğmenim bir bakıversin dediler,” diye seslendi.
“Tamam,” dedim. Zaten kaç adli nöbettir böyle bir şey bekliyordum. Sabah akşam Digiturk’te CSI (adli tıp) dizilerini izlemekten havaya girmişim. Çantamı hazırlayıp çıktım.
Olay yeri: Köyde boşaltılmış bir ilkokul binası. Kendini asmış, boyu 1.90’larda bir erkek. Başladım incelemeye. Sonra tam üç sayfa rapor döşedim.
“Şahsın boyu, kilosu, pozisyonla uyumlu olmayan ölüm rengi değişiklikleri düşünüldüğünde…” diye başlayıp, “Sonuç itibarıyla ölümün şüpheli olduğu kanaati hasıl olmuştur,” diye bitirdim.
İçimden yapacağım otopsiyi, alacağım kan örneklerini hesaplıyorum…
Savcıya haber verdiler. Raporu aldı, okudu. Bir daha baktı. Sonra bana döndü:
“Ne diyorsun doktorum, öldürmüşler mi herifi şimdi?”
Ben tam, “İşte raporda da belirttiğim gibi…” diyecekken savcı, başçavuşa bir baktı.
Başçavuş oradakilere birer tokat vurmaya başladı:
“Niye öldürdünüz lan adamı!”
Bir ara bana bile vuracak sandım. Sonra biz dışarı çıktık. Köyden –nasıl seçtiyse– beş kişiyi aldı içeri. Yirmi dakika sonra çıktı ve dedi ki:
“Kardeşine laf atınca bu ikisi çayına ilaç atıp bayıltmış, sonra da ipe asmışlar.”
İşin garibi, haklıydı. Az araştırınca doğrulandı.
O zaman anladım ki bizde CSI–MIS falan hikâye… Bir Başçavuş tokatı hepsine bedel!