Anka kuşunun ütopyasındaki birbirlerine dolanmış fikirleri, güruhları, belli belirsiz yüzleri bütün gece mütemadiyen görüyordum. Artık son bir hamlenin gelip beni uçurumdan itmek üzere olduğunu gördüğüm an aniden nefessiz kalmıştım. Kaç gün oldu bu rüyaların dünyalarından kurtulamıyordum. Gecenin, ukubete uğramış ruhunun cezasını en ağır şekilde ödüyordum adeta. Gözlerimi yavaş yavaş açtığımda karşımda duran kıza bakakaldım. Ellerim bir an da uyuşmuştu, kalbim olabildiğince hızla çarpıyordu bir an için yüzümün alev aldığı hissine kapılmıştım. Gözlerimi tekrar kapatıp açtığımda kız hala yanı başımda duruyordu. Bu ben miydim bana bakan? Bu ben olamazdım! Hala yatakta rüyalarla savaş halindeyken kapının girişinde kendimi görüyor olamazdım! Gözlerimi kapatmaktan bile korkar hale gelmiştim, gözlerimi kapatsam sanki bir an her şey darmadağın olacak gibiydi. Altüst olan gecelerimin sise bulanmış sabahında bir siluet gibi karşımda duran yüzüme baktım, kasvetli yüzüm, küçük bir bebeğin annesinden ayrılışındaki dakikalarda kalmıştı…
Üzerimde duran yarım yamalak yorganı tamamen çektim üstüme. Yorganın kenarından içeri sızılan ışık huzmesi, bunun bir rüya olduğunu yalanlıyor gibiydi. Kalbim yerinden çıkacak kadar hızla çarpıyordu, bağırmak istiyordum ama yürümekten bütün gücünü kaybetmiş bir dağ çobanı gibi şaşkınlıkla ve korkuyla kıvranıp kalmıştım. Pranganın azizliğine uğramış bir mahkûmun bütün korkusunu bedenimde hissediyordum. Öyle ne kadar beklediğimi bilmiyorum, artık her şeyin rüya olduğunu kanıtlamak istercesine yorganı yavaş yavaş üzerimden çekip kapıya bakınca hala karşımda duruyordu bu kız. Bunun bir rüya değil de bir kâbus olduğunu düşünmek istemiştim acımasızca yoksa bir anda aklımın beni terk etimsinden korkuyordum.
“Benden neden korkuyorsun, İnsan kendinden korkar mı?” dedi, karşımda öylece duran müstehzi bir yüz ifadesiyle. Kelimelerin hecelerini unutmuştum, ağzımı açmaya çalıştığım vakit sanki biri tüm gücüyle ağzımı kapatıyordu. Kelimeleri dünyalarından hızla kopartıp titrek ses tonuyla birbirine bağladım “Sen kimsin, bu nasıl mümkün olabiliyor, sen nasıl karşımda duruyorsun, ben delirdim mi?” dedim nefesime müsaade etmeden, kızgınlıkla, şaşkınlıkla söylemiştim. Kafamdaki izdiham dünyası birbirine geçmişti. Bir insan aynı anda bütün duyguları nasıl hissedebilirdi? Öyle bir andaydım ki bütün duyguları aynı anda yaşayıp savaş içine sokmuştum. Artık doğruyu, yanlışı ,gerçeği, hayali ayrıt edemeyecek duruma geldiğimi anladığımda ruhum kaçış yoluna girişmişti. Yanı başımda duran tablonun dünyasını hayal etmiştim farkında olmadan. Her şey o kadar karmaşık olmuştu ki Araf’ta bekleyip aklını kaçırmak üzere olan meczuplara dönmüştüm.
Yüzüne iyice baktım, ben kendimi güzel bulmazdım ama şu an karşımda duran ben, bir peri masalı kahramanı kadar güzel gözükmüştü gözüme. Vücudumu beğenmezdim: Kalın bacaklar, kısa ve seyrek saç, büyük el… Ama şimdi her şey o kadar orantılı duruyordu ki, dönüp kendimi kontrol etmeye başlamıştım. Evet, bütün saydığım fiziksel özellikler hala bendeydi. Hala bacaklarım kalındı, ellerim büyüktü, saçlarım seyrekti ama nasıl oluyor da kendimi karşımda görünce kusursuz buluyordum? Artık düşüncelerimi durduramıyordum. Düşüncelerim, okyanusa düşmüş yüzme bilmeyen acemi bir tavşanın çırpınışı gibiydi… ‘Allah’ım lütfen her şey bir rüya olsun’ diyordum kendi kendime.
“Bu bir rüya değil, kendini beğenmiyorsun biliyorum. Aynı zaman da kendinle savaş içindesin, düşüncelerinin pişmanlığını yaşıyorsun ya da verdiğin kararların. Ama kendine haksızlık etmiyor musun sence?” deyince dönüp bir daha baktım. Gözlerin içine bakmaya çalıştım ne kadar samimi olup olmadığını görmek istercesine. Bu benim kendime kızışımdaki gözlerdi, bu çok masum ve samimi gözlerdi. “Ama ben hayatta hep yanlış kararlar veriyorum, baksana bütün gün uyuyorum ve çirkin olduğum için de evden çıkmaya cüret edemiyorum, sanki bütün gözler bedenimde geziniyor ve bu müstehzi gözler kalbimi paramparça ediyor, darmadağın olmaktan yoruldum…” Dedim, gözlerimdeki yaşı ellerimde hissetmiştim.
“Hayatta bütün verdiğin kararlardan mutlu olsaydın, şu an çok daha iyi bir düşünce de mi olurdun? Hayat verdiğimiz yanlış kararlar üzerine şekillenir, hata yapmadıkça mutlu olamayız. O saydığın bütün fiziksel özelliklerinin hiçbirini sende göremiyorum. Şu ellerine baksana ne kadar da güzeller…”
Hızla elimi kaldırdım sanki ilk defa görüyormuşçasına, ilk defa ellerim bana çok güzel gelmişti. Yüzümde hafif bir gülümse belirmişti. Yorganı tamamen üzerimden atıp karşımda duran kendime baktım. Kafamdaki bütün soyka düşünceleri bir anlığına susturmuştum farkında olmadan, kalbimin çarpıntısı durmuş, ellerim titremeyi bırakmıştı.
Yerinden kalktı, kitaplığıma doğru yürüdü, sanki her şeyin nerde olduğunu çok iyi biliyormuşçasına en üstte duran Sabahattin Ali kitabını çıkardı hiç tereddüt etmeden. İhtiyatlı bir tutuştu bu, yüzünde belirlenen sinirler masum bir kedinin bakışları kadar sıcak olmuştu, kendimi ilk defa sevmiştim karşımda görünce. İlk defa kitaplara nasıl âşık olduğumu görmüştüm. İlk defa sesimi duymuştum uzaktan…
“Sabahattin Ali’nin dediği gibi: üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehretmemek içine mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız. Her hadisenin eğlendirecek bir tarafı vardır.”
“Ama hayat gereğinden fazla müstehzi, hayatın ritimlerine ayak uyduramıyorum. Ve hayatta yaşadığım her şeyin bir rüya olmasını diliyorum, yaşamda iyi olan bir hadise yok!” dedim, içimdeki sanki gizli kalmak isteyen kelimeler var gibiydi… Bir mahkûmun alışmış hücresinden çıkması kadar yoruculardı bu kelimeler. Alıştıkları yer iyisiyle kötüsüyle onlara aitti, şimdi zorla olsa da çıkıyorlardı ama kelimeler bile benden kaçıyor gibilerdi!
“Hayat bazılarına çok zorlu davranır, bazılarına da bütün mutluğu verme mecburiyetinde hisseder. Ama bütün bu mutluğu yaşadıklarını düşündüğümüz insanlar, akıl mekanizmalarını kaybetmiş meczuplara dönmüşler. Düşünmeyi bırakıp sadece gelişigüzel yaşamaya çalışıyorlar. Söyler misin bana hayatında Sabahattin Ali’yi okumamış bir insan nasıl olurda mutlu olduğunu söyleyebilir? Okuyan biri de nasıl olur da mutlu olduğunu söyleyebilir? Hayatı anlamak tam anlamıyla bir ıstırap ama anlamamak bir cansız varlığın yeryüzüne oluşu gibi… Anlamak evet anlamak bir acı çekiştir. Ama bir varoluş mücadelesidir” dedi, az önce aldığı kitabı tekrar yerine koymuştu.
“Unutma, hayat yaşamaya değer her şeye rağmen. Ama bu yaşamı iyi kılmak birazda senin elinde, asla çabalamaktan vaz geçme’ Her şeyi anlamak bir hastalıktır’ demişti Dostoyevski. Hayatta bir hiç olarak yaşamaktansa hasta olarak yaşamak her zaman daha iyidir.” Bunu söylerken bir daha kitaplığa döndü, sanki ısrarla bir kitabı arıyor gibiydi. Tekrar bana döndü “Buradaki gördüğün herkes de bir zamanlarlar bu duyguların esirleriydiler. Ama bir zaman da kalmadılar ve yapabildikleri en iyisini yaptılar, hayatı bir hiç olarak yaşayan insanları bataklıklardan kurtardılar.” Dedi sanki odaya yeni bir hava girmiş gibi derin bir nefes almıştı.
Oturduğum yataktan hızla kalktım, perdeyi sonuna kadar açıp Güneş’in heybesinde biriktirdiği ışığı odaya doldurdum. Etrafta her şey olduğu gibi duruyordu. Güneş, en tepeye gelmiş bütün odalara sıkışmış hoyrat ruhları görmek istercesine bir kuğu gibi süzülüyordu. Bulutlar, yağmura yakalanmış kediler gibilerdi, yerlerinde durmadan çırpınıyorlardı. Kuşların cıvıltılarıyla buluşan gökyüzü, sarsak ruh haline sahip çıkmak istercesine havanın rengini griden beyaza dönüyordu. Pencerenin önünde duran üveysler, toprak sahiplerine sitemlerini bildiren bir seremonide her şeyi birbirine bulandıran muzip bir adamın ruh haline bürünmüşlerdi.
Kısa bir süre öylece durduktan sonra “Her şey çok güzel değil mi? Güneş, evler, bulut hatta uzaktan gelen bebeğin sesi bile…” Cevabın gelmesini beklemeden dönüp baktığımda kimse yoktu. Bir yere saklanma ihtimali varmış gibi etrafa iyice baktım, yatağımın üzerinde açık duran bir kitap vardı sadece.
“Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir.”
Altı çizilmiş bu cümle gözüme çarptı…