
Bazı kitaplar vardır, kapağını kapattığınızda bir süre hayata dönememek gibi bir etkisi olur. İskender, işte o kitaplardan biri benim için. Okurken defalarca durup düşündüğüm, bazı cümlelerini sessizce içimde yankılandırdığım, bitirdikten sonra ise uzun süre etkisinden çıkamadığım bir roman.
Elif Şafak, İskender‘de sadece bir hikâye anlatmıyor; bir ailenin içindeki sessiz çığlıkları, bastırılmış öfkeleri, kalıplaşmış inançları ve hepsinden acı verici olanı: sevginin yanlış anlaşılmasını gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yaparken ne ajite ediyor ne de yargılıyor. Sadece bir pencere açıyor; bakmak isteyen bakıyor, görmek isteyen görüyor.
Roman, Türkiye’den İngiltere’ye göç eden bir ailenin hayatına odaklanıyor ama bu yalnızca yüzeyde görünen bir katman. Asıl mesele, göçün sadece coğrafyayla değil, kimlikle, geçmişle, gelenekle ve benlikle ne kadar ilgili olduğunda gizli. Karakterler sürekli bir arada ama aynı zamanda birbirlerinden sonsuz bir uzaklıktalar. Her biri kendi iç dünyasında hapsolmuş gibi. Anlatılan hikâyede öyle çok şey susulmuş ki, bazen suskunluklar kelimelerden daha ağır basıyor.
İskender karakteri, toplumun “erkek” olana yüklediği sorumlulukların ne denli ağır olabileceğini trajik bir şekilde anlatıyor. Onu sadece bir fail olarak görmek kolay, ama Elif Şafak bunu bize yaptırmıyor. Bize onu sevdirmiyor da; sadece anlamamızı sağlıyor. İşte bence bu romanın en güçlü yanı bu: suçlu ilan etmek kolayken, onun nasıl o noktaya geldiğini gösterebilmek.
Benim için romanın en güçlü karakterleri kadınlardı: Pembe, Esma ve Cemile. Pembe’nin sessizliğiyle, Esma’nın farkındalığıyla, Cemile’nin isyanıyla hayat bulan bu kadınlar, toplumun onlara biçtiği rollerle baş etmeye çalışırken aynı zamanda içsel bir mücadele de veriyorlar.
Pembe’yi okurken boğazım düğümlendi. Çünkü o, hepimizin tanıdığı bir kadındı. Belki annemiz, belki teyzemiz, belki komşumuz. Hayatını çocuklarına ve eşine adamış, sessizliği öğrenmiş ama içten içe kendini tüketmiş bir kadın. Ve roman boyunca onun sesini duymak istedim. Belki bir gün, sadece susmadığı için bile yargılanmayacağı bir dünyada yaşarız, kim bilir?
İskender, “namus” kavramının ne kadar tehlikeli bir silaha dönüşebileceğini gözler önüne seriyor. Hele ki bu silah, sevgi kisvesi altında sunulduğunda. Bu roman, bize sevginin her zaman iyilik getirmediğini, bazen boğucu ve hatta yok edici olabileceğini hatırlatıyor. Çünkü sevgi, yanlış bir zihinle birleştiğinde sapkın bir sahiplenmeye dönüşebiliyor.
Romanın bir yerinde şu soruyu kendime sordum: “Biz çocuklarımıza neyi miras bırakıyoruz? Genetikten fazlasını mı? Suçluluk duygularını, bastırılmış arzuları, korkuları?” Belki de aile sadece bir bağ değil, bir aktarım şeklidir. Ve en çok da konuşmadıklarımız geçer bizden çocuklarımıza.
Elif Şafak’ın kalemi bence en çok acıya yakışıyor. Çünkü o, acıyı estetikle değil, gerçeklikle yazıyor. Süslemiyor, yumuşatmıyor, doğrudan yüreğe dokunuyor. Romanın çoklu bakış açılarıyla anlatılması, karakterleri daha derinlemesine tanımamı sağladı. Her birinin kendi iç sesi var ve bu sesler, roman boyunca birbirine çarpıyor, çoğu zaman anlaşamıyor ama asla sahte durmuyor.
Kitabı okurken zaman zaman sinirlendim, hüzünlendim, bazı bölümlerde ise yumruğumu sıkmak zorunda kaldım. Ama en çok da düşündüm. Çünkü bu hikâye sadece “onların” değil; hepimizin hikâyesiydi. Belki farklı şehirlerde, farklı ailelerde ama aynı suskunlukta yaşanan bir hikâye.
İskender, beni affetmeye değil, anlamaya ve sorgulamaya davet etti. Suçun, sadece bir kişinin değil; bir toplumun, bir geleneğin, bir sessizliğin sonucu olduğunu gösterdi. Bu yüzden romanın sonunda sadece bir karakterle değil; bizzat kendimle yüzleştim.
Eğer kalbinizi acıtacak, ama o acıyla sizi büyütecek bir kitap arıyorsanız, İskender‘e bir şans verin. Çünkü bazı kitaplar sadece okunmak için değil, hissedilmek için yazılır. Ve İskender, tam da böyle bir kitap.