Her gün iş çıkışı yorgun argın bindiği o otobüste, kafasının içinde dolaşan kırk tilkiden birine odaklanmayı başarabilmişti. “Yeni bir isim, yeni bir şehir, yeni bir hayat!” dediği o günün üzerinden üç sene geçmişti. O üç senede yürüdüğü yollar dışında ne değişmişti peki? Yaz ile Sonbahar’ın arasındaki fark neydi sahi? İsmini aldığı mevsimler gibi, değişmiş miydi hayatının iklimi?
Haziran 2016
Sızarak uyuduğu günün öğlenine, ağzındaki o iğrenç tada engel olamadan uyandı. Kendi kendine “bir daha bu kadar içmek yok Yaz!” diyerek söylendi. Öğlen rutinlerinden biriydi bu cümle. Bir daha bu kadar içmemesi gerektiğini kendisine söyler ve her gece daha fazla içerdi.
Şehrin pek işlek olmayan sokağında, kemik müşterisiyle geçinen bir barda barmaiddi. Bu işi severek yaptığını düşündüğü tek an, tüm müşteriler gittikten sonra aldığı günlük yevmiyesinin bir miktarını kasaya koyup, koskocaman barda içkiden damarları sızlayana kadar içtiği saatlerdi. Annesini seneler önce kaybetmiş, babasını hiç tanımamış, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, yirmili yaşlarında bir kadındı. Kıvırcık saçları omzundan dökülür, solmuş suratından tebessümü eksik etmezdi. Herkes onu severdi, o hiç kimseyi. İnsanların arasına atılmış yabani ve ürkek bir hayvan gibi hissederdi kimi zaman kendini. Onlara saldırmak, derilerini parçalamak ister ama onlara yaklaşmaktan çekinirdi. Çok sevdiği annesini işlek bir caddede patlayan bomba yüzünden kaybetmişti. O bombanın patlaması birilerinin suçu, birilerinin intikamıydı evet ama annesinin suçu yoktu. Annesinin cesedinin hemen yanında duran o pembe ayakkabının sahibi olan bebeğin de. Birilerinin kavgaları arasında eriyip gitmişti ikisi de. O kavgaların başrolündeki insanlar sokaktan geçen herhangi biri olabilirdi ya da çalışırken önündeki tabureye oturup “her zamankinden!” diyenlerden biri de. Bu yüzden temkinli, bu yüzden sevgisizdi yeryüzündekilere. Babasını hiç görmemişti. Bir gün onunla karşılaşma ihtimaline karşın besliyordu içindeki kini. Birilerinin savaşının tam ortasında annesini kaybetmişti. Kendi savaşının tam ortasında kendisini değil, babasını feda edecekti. Bunu arzuluyordu.
Kafasının içinde dolaşan kırk tilkinin izin verdiği kadarıyla doğruldu yatağından. Başını yastığa koyduğu her an düşünce girdabının içine sürükleniyordu. Başını yastığa koyduğunda düşünmemek için aklını kaybedene kadar içiyordu. Kendince haklı sebepleri her zaman vardı. Elini yüzünü yıkadı, milattan önce kalmış gibi duran telefonunu eline aldı. Beklediği mesaj gelmemişti, hiç arama yoktu. Alışılmış bir sahneydi, birazdan telefonu yatağa fırlatacak, saçlarını kabartacak, kapıyı çarpıp gidecekti.
İşe giderken geçtiği yollardan da çok sıkılmıştı. Hep aynı yüzler, hep aynı iğrenç bakışlar. Bazen içindeki yabani hayvan uyanıyor ve hepsinin gözünü oymak istiyordu. Sonra ürkekliğini hatırlıyor, başını öne eğerek yürümeye devam ediyordu. Annesi bu halini görse çok kızardı, biliyordu. Ona sürekli ne olursa olsun başını dik tutmasını öğütlerdi ama vücudunda gezinen iğrenç bakışlar müsade etmiyordu buna.
“Üç köşe dön, sağa bak, sola bakma. On beş adım daha, sola dön, başını eğ. Başını kaldırma.
Üç köşe dön, sağa bak sola bakma…”
Bu cümleleri yirmi dakika içinde defalarca tekrar ederek yürüyordu yolları. Yoksa beynindeki düşüncelere dalıp bir arabanın altında can verebilirdi, belki de yolda yürüyen bir çocuğu görmez ve ona çarparak canını acıtabilirdi. Kimsenin canını acıtmak istemiyordu; bir gün cep telefonuna gelecek o adreste oturan insan dışında.
Kendi kendine uydurduğu tekerlemenin, “on beş adım daha..” kısmını söylerken çalıştığı yere gelmişti. Saçlarını bir kez daha kabartıp, tebessümünü suratına yerleştirdi.
“Selam ver, görmezden gel. Selam ver, görmezden gel. Selam ver, görmezden gel. Tezgahını sil, tebessümünü unutma. Kimseyi görme, kimse seni görmeyecek”
İçinden bunları mırıldanırken çoktan tezgaha gelmiş ve kimseyi görmemeye başlamıştı. Kimseler de onu görmesin diye. İnsan hayatının koşullar üzerine kurulu olduğunu düşünürdü; kimseyi görmezsen, kimse seni görmez.
Akşama kadar birçok “her zamankinden!” cümlesini işitti, gözyaşına ve ihanete şahit oldu. Tüm bunlar bir döngü halinde tekrarlanırken, tezgahın diğer ucundaki telefon çaldı. Eğer susar, iki kere daha çalarsa beklediği telefon olduğunu anlayacak ve açacaktı. Ki tekrar çalmazsa o dışardaki gereksiz insanlar sürüsünün içinden herhangi biriydi. İçindeki yabani hayvan onlardan herhangi biriyle muhatap olmak istemiyordu, patronuna “duymadım” diye yalan söyleyebilirdi.
Hiç beklemediği şey oldu, telefon sustu, iki kere daha çaldı.
“-Alo
+..
-Buldun mu?
+..
-Tamam erken çıkacağım
+..
-Hayır sızmayacağım Celal
+..
-Buna hazır olduğumu biliyorsun!
+..
-Silah nerde?
+..
-Tamam, seni seviyorum.”
İçinden, hayır sevmiyorum diyerek bitirdi cümlesini. Arayan Celal’di. O beklediği adresi telefonuna gönderdiğini, silahı gideceği adresteki yirmi beş numaralı posta kutusuna koyduğunu söyledi. Buna hazır olup olmadığını sorduğunda Yaz’ın tok ses tonu onu ikna etmeye yetmişti. Yaz bu gece o adrese gidecekti. Yaz babasını öldürecekti.
Normalde hiç izin kullanmayan Yaz, patronundan izin isteyince adam iyi misin sorularının ardından seve seve izin verdi. Dinlenmek onunda hakkıydı, belki bir gecelik depodan eksilmeyen biralar onu zengin edebilirdi, kim bilir.
“Üç köşe dön, sağa bak, sola bakma. On beş adım daha, sola dön, başını eğ. Başını kaldırma.
Üç köşe dön, sağa bak sola bakma…”
Eve hızlı adımlarla girdi, cep telefonunu ve bugün için sakladığı o çanta ile apar topar sokağa attı kendisini.
Karşısına çıkan ilk taksiye bindi.
ilk kurşun.
Telefondaki adresi şoföre okuyup acele etmesini istedi.
ikinci kurşun.
Apartmana hızlı adımlarla girdi, yirmi beş numaralı posta kutusunu açtı.
üçüncü kurşun.
Otomatik ışıklar söndü, silahı aldı.
dördüncü kurşun.
On birinci kata çıktı, zile bastı.
beşinci kurşun.
Kapıyı babası açtı, merhaba ben kızın cümleleri eşliğinde tetiğe bastı.
altıncı kurşun.
Yaz kendisiyle verdiği savaşta galip gelmiş, Celal ise verdiği sözü tutmuş, iki sokak arkada kırmızı bir arabayla Yaz’ı bekliyordu. O ihtiyar bunağın cesedini gün aydınlatmadan, Yaz’la birlikte ülkeden kaçacak ve onunla çok mutlu olacaktı. Mutlu olacaktı evet, buna emindi. Yaz, Celal’e mutluluk borçluydu.
Haziran 2019
O günü tekrar yaşadı. Yaz ile Sonbahar arasında kocaman farklar olduğunu anımsadı.
Yaz babasının katiliydi, Sonbahar karıncayı dahi incitemezdi.
Yaz alkolikti, Sonbahar sigara dahi içmezdi.
Yaz yapayalnızdı, Sonbahar yalnız kalabilmek adına birazdan dilini dahi yeni öğrendiği bu ülkenin bilmem kaç katlı binasının tepesinden atacaktı kendini.
Yaz uçmayı bilirdi, Sonbahar bilmezdi.
Yaz üç sene önce galip geldiği o savaşta ölmüştü, Sonbahar’ın ölmesine üç durak kalmıştı.
“…iki.
üç.
merdivenleri hızlı çık, etrafına bakma.
kimseyi görme, kimse seni görmeyecek.
kapının açık olması için dua et.
yukarı çık, etrafına bakma.
bırak kendini boşluktan,
kimseden yardım isteme, kimse seni kurtarmayacak.”
Bir film gibi okudum. Duyguların cümlelerle buluşup okura akışı, gerçekliği ???
Cok tesekkur ederim Gokhan bey?
Eline yüreğine kalemine sağlık ama o hikâyenin ve düşuncenin kahramanı olman olasılığının hüznü ile yorumladım herhalde kusura bakma ne olur….
Cok tesekkur ederim Asuman abla ve Umit abi ?
Maalesef hayatın içinde var olan bir duygudur bunalım… Bundan sebep o iki ayda bir içilen 35lik masalarda o duygulardan konuşulur, efkarlanılır, en güzel şarkılar ya da şiirler kavusulamayanlara yazılır… kalemine sağlık Yarencim
Bunalım bunalım nefes alıyorsan sabah güneşin doğuşunu akşam batışını görebiliyorsan. Akşam ayın doğuşunu seninle birlikte seyreden birilerinin olduğu ihtimalini düşunebildiğin sürece yada daha basit bir çiçeğin kokusunu alabildiğin bir yemegin tadını alabildiğin sürece ayda veya iki ayda bir ortamda bir 35 lik içebildiğin sürece intihar asla ve asla gündem yada hikaye makalesi olmamalı….
Merhabalar Ferit bey, elestriniz icin tesekkur ederim lâkin icimden gecen neyse kalemimi o yönde oynatiyorum. Bu konu hakkinda yapabilecegim hicbir sey yok. Yine de tesekkurler ve kusura bakmayin.
Filmlerin ve hikayelerin anlattıklarının gerçekmiş gibi yorumlanması yazarın kaleminin gücündenmiş, kalemine sağlık yazarımızın.