Benim de hayatımda böyle dönemler oldu; dışarıdan bakıldığında her şey yolundaydı ama içimde hiçbir şey kıpırdamıyordu. Mutlu olmam için gerekenlere sahiptim, fakat o tatmin hissi bir türlü gelmiyordu. İşte bu hâl, psikolojide anhedonia diye tanımlanıyor: Normalde zevk aldığın şeylerden artık tat alamamak.
İnsanı en çok zorlayan tarafı da görünmezliği. Çünkü kimseye anlatamıyorsun. “Bir sorun yok, aslında iyiyim” diyorsun ama içinde tarifsiz bir boşluk taşıyorsun. Kimi zaman bu, sabah kalktığında hayatın renksiz görünmesi oluyor. Kimi zaman da en çok sevdiğin şeylerin bile sana sıradan ve yavan gelmesi. Bu yüzden insan kendini suçlamaya başlıyor: “Her şeyim var, neden mutlu olamıyorum?”
Oysa bu bir nankörlük değil. Beyin, sürekli tekrar eden döngülerin içinde körelmeye başlıyor. İnsan zihni, tıpkı bir kas gibi; eğer aynı hareketleri yaparsan, kas gelişmiyor. Değişim, merak ve yenilik ise beynin doğal besini. Bu yüzden hiçbir şeyden keyif alamadığımız anlar aslında beynin “artık farklı bir şey yap” çağrısıdır.
Ben bunu fark ettiğimde küçük değişimlerin gücünü gördüm. Yeni bir sokaktan yürümek, daha önce hiç tatmadığım bir yemeği denemek, rastgele bir konuyu öğrenmeye koyulmak bile içimde bir kıvılcım yakabiliyor. Bu kıvılcımın büyümesiyle hayat yeniden akmaya başlıyor. Mutluluk, büyük devrimlerde değil, bu küçük yeniliklerde saklı.
Albert Einstein’ın dediği gibi, “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemek deliliktir.”
Marcus Aurelius ise şunu hatırlatıyor: “Hayat, düşüncelerimizin rengini alır.”
Ve Rollo May der ki: “Mutluluk peşinden koşulacak bir hedef değil, farkında olunacak bir yan üründür.”
Bazen sandığımız gibi hayatın büyük cevaplara değil, küçük dokunuşlara ihtiyacı var. Bir merakı canlandırmak, bir rutini bozmak, küçük bir sürpriz katmak. Bu küçük adımlar beynin yeniden öğrenmesini, ruhun yeniden tat almasını sağlıyor.
Ve ben de şunu öğrendim: Hayatın tadı, büyük şeyleri beklerken değil, küçük anları yeniden keşfederken saklıdır.