Bende de var haliyle mevzubahis durumdan.
Sevgiliden, eşten, arkadaşlıktan… kimisine göre Rabbinden…
10’lu yaşların sonunda ilk terk edildiğimde, yorganın altında nefessiz kalıncaya kadar ağlar, ölmeyi beklerdim. Ancak soğuğun iliklerde hissedildiği, suyun çeşmeden akarken donmak üzere olduğu sabaha gözleri davul olmuşçasına kalkıp incecik kumaştan yapılmış şalvarımı ayağıma geçirir, sabahın tam 5’inde hınca hınç dolu bir otobüse biner giderdim hiç nefes aldırılmamış, kuruyup kalacak o güzel tarlalara ekin toplamaya.
Konuşmazdım, yemezdim, mola yapmazdım. Derdinizi anlayabilecek kimse olmadığını anladığınızda susmayı tercih edersiniz. Bu yüzdendir ya sessiz bilinişim, suskun oluşum ve girdiğim hiç bir ortamda fikrimi beyan edemeyecek kadar özgüvensiz oluşum.
En güzel susmayı öğretmişlerdi… Ben de iyi bir öğrenciydim. Onları yan odada hunharca sevişirken yakaladığımda yediğim dayaktan sonra, arkadaşımla oyun oynarken onların arabasına bindim diye yediğim sopadan sonra, karşı komşunun duvarına çürümüş hurma atan grubun içinde varım diye ben atmadığım halde tüm suçun bende kalıp yediğim tokatlardan sonra çok güzel susmayı öğrenmiştim.
Annemin eline kimse su dökemezdi bu konuda.
Yemekten kesildiğimde de kimse sormamıştı zaten niye yemiyorsun diye. Hafif toplu bir kızdım; kendimce diyete girdiğimi düşünmüşlerdi. İkisi somyada, üçü yer döşeğinde maaile yatılan odada yorganın altında gözyaşları içinde olan beni kıçında pireler uçuşurken düşünecek hali yoktu kimsenin.
Beni terk eden ise ilk sevgilimdi…
Bu yapıda nasıl sevgili yapmıştım diye düşünebilirsiniz ; ama ilk kez biri benimle ilgilenmişti. 18 yaşımdaydım. Üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum. Yazı da boş geçirmeyim diye tarlaya ekine girmektense bir mağazada tezgahtarlık yapmayı tercih etmiştim. Biraz insanlarla konuşabilmek iyi olurdu benim için. Orda görmüş beni ve sessizliğime ortak olmuştu. Sürekli konuşturma çabaları, şakaları… Çekmişti…
İlk hazin sona doğru yol almıştım. Zaman hızla geçiyordu, bağlanıyordum… Sınav sonuçlarından umutlu ama bir o kadar da çekimserdim. Yoklukta nasıl okuyacaktım? Yakın bir şehir gelmezse nasıl gidecektim?
Sorular beni; ben soruları boğuyordum. O da evlilikten bahsediyordu. Gidersen nasıl olacağız diyordu. Her tarafım belirsizliklerle doluydu.
Sınav sonuçlarının açıklandığı gün gelmişti. İstanbul Üniversitesi Almanca Öğretmenliği gelmişti. O dönemde Almanca öğretmenliği İngilizce kadar talep görmezdi. Yaşadığım şehirde tek bir Almanca Öğretmeni 3 ayrı liseye bakardı.
Sevinemiyordum. Çok uzak nasıl göndereceğiz elde avuçta yok denildiğini duyduğumda hayatımın ilk vazgeçişini yaşamış ve hayat boyu pişmanlığıma da adım atmıştım.
Yaz bitti, ben hala tezgahtardım. İşi iyice öğrenmiştim. Sevgilimle de iyi gibiydik ama eskisi gibi değildi. Artık eskisi gibi uğramıyor; aramıyor, sormuyordu. Normalde evde asla konuşmazdık; aramıştı. Çok içmiş ve sadece seviyorum demişti. Ben de beni sanmıştım; meğerse unutamadığı bir aşkı varmış… Fotoğraflarını saçmış her tarafa ağlayıp ağlayıp beni aramış yanlışlıkla. Laf aramızda şıllık ablası anlatmıştı çok sonradan.
O sene benim için kayıptı; hayatımı değiştirecek her şeyi elimin tersiyle itmiştim, kendi potansiyelimin ne olduğunu, içimdeki cevherin bana neler yaptırabileceğini bilmeden. Her soğuk sabahın gecesinde yorgan altında ağlasam da bir sonraki yaz gidecektim bu evden de bu bana dayatılmış saçma içerikli aile yapısından da…
Gittim o yaz. Tası tarağı toplayıp bir daha gelmemek üzere gittiğimi zannettiğim ve kendimi bulduğum o topraklara gittim. Hayat denen şey inanılmaz güzelmiş.
Telefonuma her gelen mesajı önce benim okuyabildiğim kadar özgürdüm.
Bu benim içim özgürlüktü. Benim Özgürlük tanımım bu kadar basite indirgenmişti.
Yeni bir ben olmuş, kendi ayakları üzerinde duran biriydim artık. Ama özlemek… Bunun üstesinden gelememiştim. Bitim mi kanlandı; kanım mı bitlendi ben de bilemiyorum ama döndüm.
Yıllar sonra döndüm evet. Aynı şehirde değil ama yakın bir şehirde sevdiğim ve sevdiğine inandığım bir adamla evlendim. O da reddedilmişliğin sızısı içindeyken bulmuştu beni; ama yaralarımızı sarıyorduk. Beraberce iyileşiyorduk. Ailenin çok başka bir şey olduğunu anlatıyordu bana. Ne olursa olsun asla terk etmeyecek insanlar anne ve babandır diyordu. Buna inanmaya “çalışıyordum” sadece, çünkü beni sevgilimden önce ilk babam terk etmişti.
Şimdi ise annenim terk edişini izliyorduk. Beni yok sayışını, zor zamanımda yanımda durmayışını, ben dışında tüm evlatlarına kol kanat gererken beni o kollarda sarıp sarmalamayışını izliyorduk.
Ve bu ilk değildi; ama sondu.
Annem tarafından son terk edilişimdi…
Benimse kızımı asla o yorganın altında ağlatmayacağıma dair verdiğim tek yemindi.