Karanlıktasındır. Birden bire yanar tüm ışıklar, yavaş yavaş aydınlanır üstüne toz pembe gerçekleri giymiş yalanlar. Bir kaç kağıt tutuştururlar eline, ortalama yetmişbeş yılın vardır ve yaşayabileceğin iki hayat. Ya kalan olacaksındır, ya giden. Kimseler de anlatmaz sana ne kalmanın, ne gitmenin zorluğunu. İlla yaşamak, ikisinden birini tatmak zorundasındır. Tüm bu senaryonun içinde bilmedikleri tek şey vardır; her kalan bir giden, her giden bir kalandır. Sen sanıyor musun ki giden her şeyini alıp gidiyor? Kim diyorsa bunu, inanma ona çocuk. Giden ya sevgisini bırakıyor ardında ya nefretini. Kalan ise ya o sevgiyle tutunuyor hayata ya da o nefretle boğuluyor bir gecenin kıyısında.
Soracaksın şimdi, hakkındır; “giden gidiyor da kalan niye kalıyor?” diye. Kalan hep kalmış çünkü.
Kalan vedaları tatmış, ölümle ilk selamlaştağında onbeş yaşındaymış,
Kalan hep yarımmış, hiçbir zaman tam olamamış,
Kalan hep kırıkmış, her giden de biraz daha toza dumana karışmış.
Yani kalanda pek yer yanmamış be çocuk, kalanın zaten külleri bile kalmamış.
Şimdi soracaksın, yine; “tüm bunlara rağmen neden?” diye. Senaryoya yazmadıkları ufak bir şey varmış çocuk, çaresizlik denilen hastalık. Kalan da giden de tadacakmış bir gün ama giden öyle bir gitmişki, gidenin payı da kalana düşmüş. O da bu çaresizliğin pençesinde, benliğini fırlatmış kenarından döndüğü her uçurumdan.
Bir gün düşünmüş yazar, bunlara ortak bir son bulmak gerek diye. Aramış, taramış tüm yeryüzünü. Gidene dokunmayacak, kalanı bu elemden kurtaracak bir son. Dağlar aşmış, her gün başka kıyılardan güneşi selamlamış en sonunda bir çöle düşmüş yolu. Uçsuz bucaksız çölün ortasında, simsiyah bir gül. Koparmış bu gülü adına ölüm demiş. Koymuş kalanın odasında ki boş vazonun içine. Sonrası,
Sonrası malûm,
Kalan kaldığı yerde bir kere daha ölmüş; giden gittiği yerlerden bir mezarlığa dönmüş. Yazar adına Ölüm demiş bu sahnenin, ikinci perdesi çekilmemiş. Kişiler değişse de, hikaye değişmemiş.
Birileri hep kalmış, birileri hep gitmiş. Üstelik diğer adına aşk denilmiş.