Bundan 10 yıl kadar önce 23-24 yaşlarında evlilik hazırlığında olan toy (!) bir genç kızken aile büyüklerinin söylediği eşyaları almak konusunu, artık yaşayacağım evi kendime göre döşemekten çok kendime bir görev olarak edinmiştim. Genişliğini tam bilmediğim, kestiremediğim bir kaç kez ve içi eşya doluyken gördüğüm 3+1 ev(im) için gelişigüzel eşya alırken boş kalan bir odaya inatla 2 kanepe almam gerektiği dikte ediliyordu. Aslında paramız da yoktu; o oda da boş kalsa olurdu ama benim büyüklere karşı söz hakkım pek yoktu, zaten olaylı bir evlilik hazırlık süreci yaşıyordum, koyun gibi ne denirse yapıyorduk.
Bulduk sonunda, tanesi 200 liradan 2 tane sütlü kahve tonunda kanepe… Kırlentlerini çok sonra teslim etmişlerdi. Yıllarca o odada öylece durdu; sonra dedik biz oturma grubunu kullanmayalım onu boş odaya alalım; bu sütlü kahve kanepeleri kullanalım oturma odasında. Bir süre de öyle denedik, sonra yine değiştirdik yerlerini sonra yine yine… Aynı binanın 3. katına, oturduğum kattan daha büyük ama 2+1 olan eve çıkınca da bu sütlü kahve kanepeler ayrılmak zorunda kaldı. Biri mutfakta diğeri çocuk odasında devam etti varlıklarına. Gözümü, zihnimi ve bedenimi çok yoruyordu, istemiyordum aslında onları artık ama atmaya da kıyamıyordum. Çocukluktan beri vardır bende bu huy. Bir şeyi atamamak… Belki çocukluktan beri yokluğu bildiğimden elimdekinin değerini, o değerini yitirmiş olsa da bilirim kolay kolay atamam.
Gel gelelim bekar kardeşim bir ev sahibi oldu ve o da kendisini bir süre idare edecek eşya alıyordu evine. İşte fırsat ayağıma gelmişti. O sütlü kahve kanepeler hayatımdan çıkacaktı. Hem kardeşimin işine yarayacak hem de benim zihnim, gözüm artık yorulmayacaktı. Gitti kanepeler, evde çok sevdiğim bir boşluk oldu. Geniş, rahatlıkla silebildiğim, gözümü yormayan bir boşluk…
Kanepenin gidişini, gittiğim terapi seansında anlatırken terapistimiz şunu söyledi: “İçinizden bir şeyi atmışsınız!” Çok basit bir cümle ama aydınlandım desem yeridir. İşten eve geldiğimde kızımın yemeğini hazırlayıp direkt temizliğe başladığımı söylediğimde ise “İçerde bir yerleri temizlemeye çalıştığımı”… Bu temizlik takıntımın gerçekten de çocukluktan geldiğini biliyorum artık. Özellikle tuvalet temizliğinin. Düşünün ki tüm gün evde olmayıp eve gelir gelmez klozet fırçalayıp baştan aşağı çamaşır suyu, banyo, tuvalet temizleyicilerini aynı anda kullanıp aslında temiz olan klozeti daha da beyaz köpük köpük yapmaya çalışıyorum.
Sanırım artık sebebini buldum.
Yoksul denilmeyecek ama varlık içinde yokluk çeken bir ailede büyürken tuvaletleri hep bahçede olan evlerde oturuyorduk. Bahçede, derme çatma, briketten yapılma, sıvası olmayan, kapısı tam kapanmayan tuvaletlerdi. Üstüne gelişigüzel atılan çinko tabakalardan kertenkeleler düşebilirdi, hamam böcekleri… Ah o hamam böcekleri… Güya temiz hayvanlardı; ama hep o tuvaletlerde gezerlerdi, çocuğum neticede korkardım, giremezdim. Peki ya fareler… Zihnimde o kadar çok anı var ki sürekli yıkasım geliyor o anılardaki yerleri. Artık aklımın erdiği yaşlardan bu yaşıma kadar tuvalet takıntımın geldiği noktada üst seviyelere ulaştım ki tuvaleti temiz olmadığını gördüğüm eve bir daha çok zor girebiliyorum. Bu takıntımın kızıma yansıttığım tarafını hiç anlatmıyorum bile.
Konunun kanepeden .oktan bir yere bağlanması bir kenara, içimde nereyi temizliyorum hala, neden şu an her eşyayı kanırta kanırta siliyorum, bazılarını atmak isterken neyi atmak istediğimi o kadar çok bilmek istiyorum ki… O sütlü kahve kanepelerle neyi attım içimden? Bir sonraki terapi seansında buluruz belki…