içinde

Senin Kalbin Ağladı Mı Hiç?

Caddede gelip geçen kalabalığın arasında bir yelkovan kuşunun yolunu şaşırıp kaldırımlarda debelenip altüst oluşu gibi yalnız ve çaresiz hissediyordu, izdihama bulanmış kaldırımların, bir siluet gibi gelip geçen insanlarına aldırmadan karşısında duran kediye bakıyordu. Kasvetli yüzünde biriken acılar, bütün ruhunu, yıllarını, bedenini örselemiş gibiydi. bakışları o kadar hüzün doluydu ki hayatta her şeyini kaybetmiş sarhoş bir balıkçının verdiği nasihatlerin içinde kaybolmuştu. Adamın donuk bakışları, kedinin gözlerinden ayrılamıyordu. Kedi de adamın bütün hayatını baştan aşağı dinleyen acemi bir suçlu gibi hiç kıpırdamadan bakıyordu…

Güneş, dağlardan kurtulup özgürlüğüne ulaştığı bir sabah vakti, geçirdiği bir iş kazası sonucu bir bacağını kaybeden adamın iç dünyasını ısıttığı bir ilkbahardı. Tuttuğu değneklerle yürüyen adam, ılık bir sabahın alaycı ruhunu en derininde hissediyordu. Caddelerin henüz uyuduğu, kaldırımların bütün gece gözyaşlarıyla buluştuğu saatlerden sonra şimdi herkesin bütün gücünü kaybettiği bir sabahtı. Güneş, yeni filizlenen ağaçlardan süzülerek, yarım kalmış evlerin üzerinden yer yer gördüğü kaldırımları ısıtıyordu.

Her yer müvekkil bir susuşla, sessizlikle kalakalmıştı. Adam, kolunun altında tuttuğu değnekleri ihtiyatlı bir tutuşla yer yer sokak taşlarına vurarak bazen de havada tutarak yürüyordu. Gözlerindeki hüzün, bütün caddeye yansımış gibi cadde ısrarla uyumaya çalışıyordu.

Ara ara karşısına çıkan kedilerle oynamaya çalışıyor, köpekleri de durdurup onlarla konuşmaya çalışıyordu. Etraf, sükunetle dolmasına rağmen adam, sanki bütün taşların, dükkanların, ağaçların gözlerini üstünde hissediyordu. Dinginliklerine ısrar eden kuşlar, gökyüzünün okyanusunda süzülüyorlardı. Havada yarım kalmış insan yüzlerine benzeyen bulutlar, Güneşin huzmesinden gelen ışıklara isyanlarını bildiriyorlardı.

Adam, bir caddeye girdiğinde sabah vaktini geçmiş, Güneş en tepeye gelmiş, kuşlar birbirlerine sırtlarını dönen ağaçların üzerinde sallanan yaprakların gidişlerine bakıyorlardı. Sonbaharı andıran bu hava, yaprakların rüzgarla birlikte sürüklenmelerini, savrulup bilmedikleri soyka diyarların karabasan çukurlarında hayatlarının son bulmaları, adama kendi hayatını hatırlatıyordu. Yıllar önce bir kazada kaybettiği eşini, çocuklarını düşündükçe aklının bu rüzgarla birlikte sürüklenip kaybolmasını diliyordu.

Kaza haberini duyduğu vakit, bir evin beşinci katında sıva yapıyordu, haberin ardından dengesini kaybedip toprağa düşmüştü. Bir bacağının gitmesine değil de aklının hala yerinde olmasına isyan ediyordu!

Öğlenin yarattığı sıcaklığa rağmen cadde olabildiğince kalabalıklaşmıştı, sanki bütün evler bir emirle boşaltılmış, sokaklar insanların nefesleriyle dolmuştu. Değneğin adamda yarattığı bu mahkûmiyet, bir suçlunun hücresinden farksızdı.

Adam, kendini olabildiğince yalnız hissediyordu. Yıllardır konuştuğu kimseler olmamıştı. Bazen yoldan geçen alelade birini durdurup iç sıkıntısını bağıra çağıra anlatmak istiyordu. Ama onu kimsenin dinleyemeyeceğini iyi biliyordu… Etrafta bütün gözleri elinde tuttuğu değnekte hissediyordu. Yıllardır bu izdihamda, bütün gözler üstündeyken biri de gelip konuşmaya çalışmamıştı.

Etrafta küçük çocuklar şarlatanlık yapma peşinde olduklarında bile yanından hızla geçiyorlardı. ” kötü bir amaçla da olsa benimle biri konuşsa keşke!” diye içinden geçiriyordu.

Adam, değneklerin kolunda yarattığı terden isyan edercesine bir kenara koyup caddenin üstündeki bir dükkanın önünde gelip geçen insanların bakışlarına aldırmadan oturdu. Ayaklarını uzattı, sanki evrenin bütün yarattığı tehditlere, aldığı uzuvlara bir baş kaldırış gibiydi… Gözlerini gelip geçen insanların yüzlerinden çekip yolun taşlarına dikti, karşısına bir kedi gelip durmuştu. Adam o kadar şaşkınlıkla izliyordu ki kediyi, gözlerini kırpmayı bile unutmuştu adeta. Bütün evrenin yarattığı yıkımlara isyanını her şekilde dile getiriyordu kendince. Etrafta geçen alaycı gözler, sanki bir Anka kuşunun yarattığı güruh bir toplumdan çıkan hoyrat bir adamın  gelip oturması gibiydi. Anka kuşunun ütopyasında bir despot yoktu, bu dünyada despotların haşmetli sarayları vardı halbuki. Şimdi neden şaşırdıklarını anlayamayan adam, gelip geçen insanların kendilerini ne kadar önemli bulduklarını düşündü, bu düşünceyle yüzündeki sinirler yumuşamıştı.” İnsanlar kendilerini ne kadar önemli görüyorlar dostum. Görüyor musun?” Diye söylenmişti adam, kediden bir cevap bekler gibi uzun uzun yüzüne baktı.” Haşmetli saraylarda oturanlar, bütün bu kibirli insanları, kendi saraylarını biraz daha büyütmeleri için çalıştırdıklarından bihaberler.” Diyordu karşısında duran kediye. “İnan ki beni kendilerinden farklı görmeleri hiç zoruma gitmiyor! Ama arkadaşım bir söz vardır bilir misin ‘Yalnızlık Allaha mahsustur ’diye. Yalnız kalmak çok zordur, şimdi yeni bir arkadaşım daha oldu, sen de haklısın” bu sözleri söylerken karşısında gözüne ilişen ağaçtaki martılara bakıyordu.

“Ah be arkadaşım, İnsanın yüreği kanar mı? Senin kalbin ağladı mı hiç? Gözlerin, etrafta dolaşan insanların yüzlerinde gezinip bir kelimelerine muhtaç kaldı mı? Kulakların, tek bir sese hasret kaldığı oldu mu?”

Kalbindeki ağlayan yalnızlık, bir gün her şeyin sonlanacağını, karısına, çocuklarına en kısa sürede kavuşacağını söylüyordu. Bunun hissiyle nereye gideceğini bilmeden kalabalığa karıştı.

Her gün gördüğümüz ama göremediğimiz insanların acılarını bir günlüğüne yaşamak istesek belki bir gün bir cadde olmamız lazım, belki bir kedi, belki de havada uçuşan bir sinek, bir bulut, bir değnek de olabiliriz.

Yazar Sizüçen

2 Yorum

Yorum Bırakın

Bir yanıt yazın

Karşımdaki Ben

Ahmet Ümit/KUKLA