içinde

OO

Unutmak her şeyi unutup yoluna devam etmek kolay,alıştıktan sonra unutmanın kötülüğü ise yaşadığın kötü deneyimleri unutmaya çalışırken, iyi ve güzel ne varsa hayatında onları da unutuyorsun farkında olmadan…

Peki unutmak iyi bir şey mi? Hayır değil unutmak yerine yaşadıklarıyla yüzleşmeli insan. Çünkü unutmakta bir nevi sorunlardan kaçmak aslında. Peki kaçarken kaybettiklerin. Oysa durup baksak

Yaşadığımız kötü anılara ve her şeye rağmen onlarla yüzleşebilsek ne iyi olurdu. Ben kendime dönüp baktığımda aslında problemin çocukluğumda hissettiğim duygulardan kaynaklandığını çok iyi biliyorum. Ve sorunun en büyük kaynağı sevgi aslında sevginin ne olduğunu bilmediğimin farkına vardım. Sevgi neydi ki? Sonradan öğrendiğim kadarıyla sevgi her şeyden önce emekti. 

Karşındakini sorgusuz, sualsiz yargılamadan anlamaktı. Sevgi dokunmaktı. Sevgi “seni seviyorum” kelimesini yürekten söylemekti. 

Sevgiyi yaşamamış bir çocuktan mutlu olmasını nasıl beklersiniz.

Annemi düşünüyorum. Köyden kente gelen okuma yazması olmayan, etrafında ailesi dışında hiç kimseyle iletişim kurmamış, 8 çocuklu bir ailenin en küçük kızı olarak dünyaya gelmiş. Eskiler tekne kazıntısı derler ya, işte öyle. Annemin yaşadığı evde annesi, büyük abisi ve yengesi varmış. Annem hep der; yengem aynı zaman da bana annelik yaptı diye.  

Yani anlayacağınız evde yeni bir gelin ve ergenliğe yeni giren annem… Yengem evin büyük kızı, annemse tabiri caizse onun yaveri olmuş. Sevgi duygusunu tatmış mıdır? Varın siz hesap edin.

Sevgiyi bilmeyen bir insan sevmeyi nerden bilsin ki….

Babam 4 kızdan sonra olmuş. Babam doğdu diye dedem kurbanlar kesmiş. Babamlar 7 kardeşti. 

4 kız,3 erkek. Ve babam 5-6 yaşlarındayken dedem vefat etmiş. Babaannem 7 çocukla dul kalmış.

Köy yerinde 7 tane çocuk büyütmek, o dönem de kim bilir ne kadar zordu. 7 çocukla yalnız kalmış bir kadının geçim derdine düşüp, ailesini bir arada tutmaya çalışırken sizce çocuklarına ne kadar sevgi gösterebilmiştir. Hayatta kalabilmek için çırpınırken kim bakar sevgiye.

Hatırlıyorum da babam biraz bencildi. 

Çocukluğumda yaşadığım evi hatırlıyorum da….

2 odaydı, önünde küçük bir avlusu vardı. Avlu kapısı tahtadandı. Avlu dediğimde 2 metre filan. Evin kapısıyla aynı yöne bakan bir penceremiz vardı. Yan koyduğumuz sedir, pencerenin önüne kadar gelirdi. Sedire oturduğunuzda pencere sağ omuzunuza denk gelirdi. Otururken dışarıyı görebilirdik.

Sedirin diğer ucunda köşede bir masa ve üzerinde pembe çiçekli naylon masa örtüsü (kardeşimi ilk doğduğu gecenin sabahında o masanın üzerine konan minderin üzerinde yatarken görmüştüm. Kırmızı bir örtü vardı yüzünde.) Yerde de yeşil renk desenli kilim. Hemen giriş kapısından düz devam ettiğinizde tam karşısındaydı diğer odanın kapısı. Diğer odanın kapısından içeriye girdiğinizde

Kapının yanından itibaren mutfak tezgâhı vardı. Mutfak tezgâhımız da lavabo ve bir çeşme vardı ama

bu çeşmeden hiç su aktığını görmedim. Hemen çeşmenin üzerinde mutfak rafı vardı. Mutfak rafında 

pembe çiçekli naylon örtüler ve onun üzerinde krom ve plastik tabaklar ve annemin sadece misafirleri için kullandığı 6 adet porselen tabak vardı. Mutfak rafıyla alakalı küçük bir anımı anlatamadan geçmeyeyim; ben küçüklüğümden beri kabuklu taze fındığı çok severim. Bir gün annem eve yarım kilo fındık almış. Sokakta oynuyordum Annem elinde fındıkla yanımdan geçerken birkaç tane fındık verdi bana fındıkları büyük bir zevkle tadını çıkara çıkara yedim. Ağzıma aldığım fındığı yavaş yavaş çiğniyordum ki, o güzel tat damağımda daha çok kalsın. Sonra oynamaya devam ettim ama fındık aklımdan hiç çıkmıyordu. Sonra koşarak eve gittim. Evde kimse yoktu. Annem komşudaydı. Eve şöyle bir göz gezdirdim, annemin fındıkları koyduğu yeri bulmaya çalışıyordum. (bu arada evde kaybolan yada benim görmemi istemedikleri bir şeyleri bulmakta üstüme yoktu. Meraklı bir çocuktum ve her yeri karıştırırdım.) girişteki odada masanın üzerinde yoktu hemen içerdeki odaya geçip rafa baktım ve fındık dolu kâğıt keseyi gördüm. Çeşmeye tutunarak tezgâhın üzerine çıktım. Fındıklardan birkaç tane alıp hemen sokağa çıktım. Yakalanma korkusuyla yine keyfini çıkartarak yedim fındıkları. Tabi yine fındıklar bitti. Yine ben aynı şekilde eve gittim tekrar birkaç tane daha fındık aldım ve sokağa tekrar çıktım. Ama fındık yine bitmişti ve ben tekrar yemek istiyordum. Tekrar gittim eve annem daha gelmemişti. İçerdeki odaya koşarak gittim yakalanma korkusuyla çeşmeye tutunup tezgâha çıkayım derken raftan tutmuşum. İşte o sırada olanlar oldu. Koca raf yerinden çıktı ve üzerime düştü. O sırada komşudan eve dönüp, kapıdan girmek üzere olan annem gürültüyü duyunca bir telaşla yanıma geldi. 

Ben yerde, mutfak rafı üzerimde. O an acı hissettim mi bilmiyorum. Sadece korktuğumu hatırlıyorum. Annem beni o halde görünce; Allah belanı vermesin senin, neden hiç rahat durmuyorsun diye bağırdı. 

Ve o sırada 6 tanecik olan porselen tabaklarının kırıldığını fark eden annemin daha çok sinirlendiğini ve beni oklavayla dövdüğünü ve dayak yerken hala fındıkların tadını hala damağımda hissettiğimi hatırlıyorum. Bu olaydan sonra bir süre adım fındık faresi olarak kaldı.

Neyse biz diğer odadaydık değil mi. Tam tezgâhın karşısında annemle babamın yaylı somyası vardı. Somyanın yanında pencere vardı ama karşısında duvar olduğu için ışık almayan karanlık bir odaydı. 

Somyanın hemen yanında kardeşimin tavandan sarkan demir beşiği vardı. Somyayla tezgâhın arasında sağdaki duvarda yüklük vardı. Elbise dolabımızda somyanın hemen baş tarafındaydı.

Odaya giriş kapısının hemen yan tarafında ise buzdolabımız vardı. Bu oda hem yatak odası hem de mutfaktı.

Tuvalet dışarda avlunun içindeydi. Tuvalet biraz genişti, ön kısmı aynı zaman da banyo yaptığımız yerdi. Tuvalet deliğinden fare çıktığı için deliğe odun koyardık, fare çıkmasın diye. Tuvalet kapısının hemen önünde betondan bir tezgâh ve lavabo vardı. Evin içinde su olmadığı için bulaşıklar orada yıkanırdı. 

Üst katta ev sahibimiz otururdu. İlk karısı öldüğü için ikinci bir kadınla evlilik yapmıştı. İlk eşinden 4 tane, son eşinden de 3 tane çocuğu vardı. İkinci eş ilk eşten olan çocuklara tam bir üvey anne gibi davranırdı. İlk eşten olan kızlardan en büyüğü evlenmişti. Onun bir küçüğü annemden 9-10 yaş küçüktü. Evin bütün işini yapardı. Üvey annesi ve kardeşleri yaylaya gittiğinde babası çalıştığı için evde kalır. Babasına bakardı. O aynı zaman da bizim büyük ablamız gibiydi. Hepimiz çok severdik onu oda bizi severdi. (Ya da biz öyle zannederdik)

Çocukluğuma dair bir fikriniz oluşsun diye evimi tanımanızı istedim. Çocukluğum böyle bir evde geçti.

Annem bizim ihtiyaçlarımı karşılamak için başkalarına para karşılığı el işi yapardı. Dantel, kanaviçe, kazak, yelek, oya aklınıza ne gelirse. Arada bir tarla işine de giderdi. 

Gelelim babama; babam ilkokul mezunuydu. Esmer uzun boylu, bıyıklı, her zaman fit görünen yakışıklı bir adamdı. Dayımın yanında inşaat işlerine giderdi. Yevmiyeciydi. Ama çalışmayı seven bir adam olduğunu sanmıyorum. 3 gün çalışsa, iki gün hasta yatardı. Aslında gerçekten hasta olmadığını, işten kaytarmak için yalan söylediğini içten içe bilirdim. Parası olunca pahalı marka sigara içer olmayınca ucuz sigara içerdi. Babamın parasının olup olmadığını içtiği sigara markasından bilirdim. İnşaatta çalışmasına rağmen güzel giyinirdi. Ütüsüz gömlekle asla dışarı çıkmazdı. Dışardan baktığınız zaman hali vakti yerinde bir adam gibi görünürdü. Evin ihtiyaçlarından çok kendi ihtiyaçlarını düşünen bir adamdı. Hizmet edilmesini çok severdi. Yer sofrasında yemek yerken sürahi yanında olsa dahi annemden su isterdi. Sofra demişken kısa bir anı daha anlatmadan geçemeyeceğim; babam inşaatta çalışırken öğlen yemek için eve gelirdi. Çalışırken çok terlediği için annem mutlaka her öğlen ona yarım sürahi ayran yapardı. Öğle yemeği için hep beraber sofraya oturduğumuzda gözüm hemen ayran sürahisine takılır ve bende içmek isterdim. Babam ayran içerken ona bakardım. Ayranı bitirmesinde bana da kalsın diye. Kuraldı; Babam ayranı içer ondan kalırsa eğer bize verilirdi.

Bazen yarım ya da bir çay bardağı ayran kalırdı sürahinin dibinde onu annem bana verirdi. Ve ben büyük bir mutlulukla içerdim ayranı (hala ayran en sevdiğim içecektir). Oysa anne baba bir şey yer ya da içerken ilk önce çocuklarına ikram etmez miydi? Böyle olduğunu büyüyüp başka anne babaların çocuklarına nasıl davrandığını gördüğümde öğrendim.

Evet dedim ya babam bencildi. Annemin ayağında şalvar üzerinde uzun kollu penye bir t-shirt başında tülbent olurdu. Babamınsa rengarenk gömlekleri ve pantolonları vardı. Eğer dışardan anne babamı yan yana görseniz. Babam için hali vaktinde yerinde annem için ise gariban derdiniz. Karıkoca olduklarını düşünmezdiniz.

Böyle bir aile ortamında büyüdüm. Babam işe gider, işte olmadığı zamanlar ya arkadaşlarıyla kahvededir ya da gazete okuyordur. Annem ise ev işlerini ve yemeğini yaptıktan sonra el işlerini yapardı. 

Evet bahsetmedim ama benden bir yaş büyük bir ablam vardı. Ürkek içine kapanık bir ruh halinde idi ablam. Ben ne kadar meraklıysam o o kadar kendi halinde etliye sütlüye karışmayan bir yapıya sahipti. Ezik dururdu ve ben bu ezikliği kullanırdım. Biriktirip sakladığı paraları bulur harcardım.

Babamla konuştuğumuz ya da paylaştığımız özel bir an hatırlamıyorum.

Biz 3 kardeşiz. Benden bir yaş büyük ablam ve benden 5 yaş küçük erkek kardeşim. Kardeşim doğana kadar anne ve babamın erkek çocuk istediklerini fark etmemiştim. Kardeşim doğunca erkek ve kız çocuğu arasında ki farkı bütün ağırlığıyla hisseder olmuştum.

Erkek kardeşim altın sarı saçlı, yeşil gözlü bir bebek olarak dünyaya geldi. Çok tatlı ve güzel bir bebekti. Bütün herkes onu çok sever, esnaf harçlıksız bırakmazdı. Onun bir sürü oyuncağı olduğunu hatırlıyorum. Tabi oyuncakların çoğu hediyeydi. Ama bizim sadece naylon bebeklerimiz olmuştu. Neden bilmiyorum bebekleri hep keserdim. Bebekle oynamak yerine dışarıda erkek çocuklarıyla oynamak daha cazip gelirdi. (Normal kız çocukları gibi hiç evcilik oynadığımı hatırlamıyorum.) Sabah 6 gibi evden çıkar, bütün gün sokakta oynar, akşam karanlığında eve dönerdim. Bazen yemek yerken sofrada uyuyakaldığım olurdu.

Yani anlayacağınız ortanca çocuktum. Bakkala, tüp değiştirmeye (o zamanlar küçük tüp kullanılırdı. Tüp bittiği zaman boşunu götürür dolusunu alırdınız) kısacası dışarıyla ilgili her şeye ben giderdim.

Bakkala giderken yolda gördüğüm gazete parçalarını elime alıp okumadan eve dönmezdim. Bazen okumaya o kadar dalarmışım ki. Bakkaldan eve dönmediğim için merak eden annem bir hışımla dışarı çıkıp, beni kaldırımda otururken yakalar, enseme bir tokat atardı. Tabi sonra ben koşarak bakkal gider ekmeği alır gelirdim. 

O dönemde durumu iyi olanlar günlük gazete alırlardı. (Bizim yan komşumuz vardı. 3 katlı bir evde otururlardı. Bizden büyük kızları vardı. Her gün gazete alırlardı ve o gazeteleri biriktirirlerdi. Arada bir onlara gider eski gazeteleri, ansiklopedi okur gibi her satırını didik didik okurdum. O gazeteleri okurken çok mutlu olurdum. Komşu oğlan çocuklarının almış olduğu, çizgi romanları emanet alır, onları okurdum. Okuyacak hiçbir şey bulamazsam dama çıkar. Civardaki dükkanların tabelalarını okur. Araçlar hızla geçerken plakalarını okumaya çalışırdım. Bana yeter ki okuyacak bir şeyler olsun ne olduğu fark etmezdi. Sefilleri ilkokul 2. Sınıfta, Tolstoy gibi Rus yazarları ilkokul 4’te okumaya başlamıştım. Okuma merakım nerden geliyordu ya da kimi kitap okurken görmüştüm hatırlamıyorum.) Bazen babamda günlük gazete alırdı ve ben çok mutlu olurdum.

İlkokula 7 yaşında başladım. İlkokula yazılmaya gittiğimiz dönem ablam ve benim kimliğimiz yoktu (Aslında biz yoktuk). O yüzden okul müdürü okula kayıt yapamayacağını söyleyince ne kadar çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Daha sonra ne oldu, nasıl hallettiler bilmiyorum. Bir ay okula misafir öğrenci olarak gittik. Ve kimliklerimiz çıktıktan sonra kesin kayıt yaptırdık. (Kimliğimiz geç çıktığı için ceza yeriz diye bizimkiler korkularından ablam ve beni nüfusa ikiz olarak kaydettirmişler.). Ablamla aynı dönem ikiz kardeş olarak okula başladık. Siyah okul önlüklerimiz vardı. Önlüğün altına kalın penye pantolon giyerdik. Benim pantolonum yeşil, ablamın ki ise maviydi. Yürüyerek giderdik okula bizimkiler harçlık verirdi. Rakamın ne olduğunu hatırlamıyorum ama harçlıklarımız sadece 1 simit yanına beyaz gazoz ya da şalgam almaya yeterdi. Siyah gazoz (yani kola) almaya paramız yetmezdi. Siyah kola içmek için bir gün önceki harçlığımızdan para arttırmak gerekirdi. Ablam aldığı harçlığı biriktirir. Bende bana ne harçlık verdilerse hepsini harcardım. 

Okula hep severek ve isteyerek gittim. Çok kısa bir sürede okuma yazmayı öğrendim. Okuldan dönüşte hemen ödevimi yapar ondan sonra oynamak için dışarı çıkardım. 

Hafta sonları Annem kazanın altını yakar ilk önce bizi yıkar daha sonra elde çamaşır yıkardı. Ayda bir de yufka ekmek yapardı ev için bakkaldan ekmek sadece kahvaltı için alınırdı. Kahvaltı demişken kahvaltı sofrasında hiçbir zaman 3-4 çeşit olmazdı. Ya siyah zeytin, çökelek ya da sadece yumurta ve çay olurdu. Siyah zeytin dediysem kişi başı ya 4 ya da 5 zeytin düşerdi. Zeytin çabuk bitmesin diye bir zeytini 2-3 defa ısırarak yerdim. (Halen siyah zeytini tüm yiyemem.)

Et hiç girmezdi evimize. Kurban Bayramın da dayımlara gittiğimiz de onlar da yerdik eti. Yemeklerimiz hep zeytinyağlı pişerdi. Belki o yüzden etli yemekleri hiç sevemedim. Meyve çok ender alınırdı eve işte birileri köyden filan elma gönderirse bol bol yerdik. 

Çok sık hastalana bir çocuktum. Hemen her hafta mutlaka doktora götürürdü annem. Sırf bu yüzden belime kadar olan saçlarımı kestirmek zorunda kaldım. (Yediğim yemeklerin vitamini hep saçıma gittiği için hasta oluyormuşum.)

Babam daha sonra bir devlet dairesine işe girdi. Artık bizimde düzenli bir gelirimiz vardı. Babam işe girdikten sonra ilk işi eve televizyon almak oldu. Tabi babam işe başladıktan sonra giyimine daha fazla özen göstermeye başladı. Sürekli takım elbise giyerdi. (Kışın takım elbisenin üzerine uzun kaşe kaban giyer. Üzerinden dizine kadar inen bir atkı takardı.) Babam sokağın başında belirdiğinde onu büyük bir hayranlık beslerdim. Her kız çocuğu gibi babama aşıktım. Ben onun gözlerinin içine bakarken o bizimle hiç ilgilenmezdi.

İlkokul 3 ya da 4’üncü sınıftayken tam okuduğumuz okulunarkasında başka bir eve taşındık. Bu evimiz diğer evimize daha büyüktü ve bahçesi vardı. Bahçesinde erik, incir, dut ağacı ve lapa inciri vardı. İncir ağacının hemen altına babam köşk yapmıştı. Geceler cibinlik kurar orda yatardık. Ev diğer evden büyüktü ama yine tuvaleti dışardaydı. İki odanın kapısı da salona açılırdı. İnce uzun küçük bir mutfağı vardı. Mutfağın içinde bir duvarla bölünmüş banyo vardı. Yerler betondu. Odanın birinde annemler, birin de biz yatardık. Salon kapısı hemen bahçeye açılırdı. Kahvaltı yaparken kurbağalar ve karıncalar misafirimiz olurdu. Yine de eski evimizden daha güzeldi. Her yerden güneş alırdı. Daha aydınlık ve ferahtı.

İlkokuldan bu evdeyken mezun oldum. O sene yaz tatilinde ailem beni köye teyzemlerin yanına göndermeye karar verdi. İçim içime sığmıyordu. Köye gidecektim. Köye gitmeden önce bir hafta kadar önce size bahsettiğim ev sahibimizin kızı çok hasta olduğu için beni yanına çağırdı. Annemler de o hastayken yalnız kalmasın diye beni onlara gönderdi. Onlarda kaldığım günün sabahı merdivenleri süpürürken elinde bir buket kırmızı gül (babamın çalıştığı firmanın bahçesinde birbirinden güzel çiçekler yetişirdi. Ve babam sürekli eve farklı çiçekler getirirdi.) ve bir kesekağıdı dolusu limonla babam geldi. Babamın gelmesini hiç garipsemedim. Çünkü ev sahibimizin kızının abisiydi. Ne olabilirdi ki. Kızın üzerinde penye bir gecelik vardı ve babamı o gecelikle karşıladı. Babam ona yatmasını ona limonata yapacağını, limonatayı içince kendini daha iyi hissedeceğini söyledi. Ben merdiveni süpürmeye devam ettim. İçeriye girdiğimde kızın oda kapısının kapalı olduğunu gördüm ama merak edip kapıyı açmadım. Salonda televizyon seyrettim. Yaklaşık bir saat sonra babam odadan çıktı ve eve gitti. Ben onlar da bir gece daha kaldım. Sonra da evimize gittim. Birkaç gün sonra annem çamaşır yıkamak için babamın ceplerini boşalttığında yazılı bir kâğıt ve kâğıdın arasında ev sahibimizin kızının resmini bulur. Okuma yazması olmadığı için okumam için beni çağırdı. Kâğıdı alıp okuduğumda babamın ev sahibinin kızı için aşk dolu bir mektup yazdığını gördüm. Tabi annem babamla o kızın arasında bir ilişki olduğunu anladı. Bende o kızın hasta olduğu gün olanları anlattım.

Beni onlara gönderdi ve kendisinin çok hasta olduğunu bahane ederek o kızı çağırmamı istedi. Bende çağırmak için koşa koşa gittim. Onunla bizim eve gelirken ona köye gideceğimi ve çok mutlu olduğumu söyledim. Annen madem hasta neden onu bu halde bırakıp köye gidiyorsun dedi. (O zaman yalan söylemenin de bir sanat olduğunu anladım) Beraber eve geldik. Annem üzüntüden gerçekten hasta olmuş, başını bir tülbentle sarmıştı, yüzü simsiyahtı. Konuştular. Sonra o kızın ağlayarak evden gittiğini hatırlıyorum. O gün öğleden sonra ben köye gittiğim için babamla ne konuştular, kavga ettiler mi? Bilmiyorum.

Köye akşamüzeri vardık ve doğruca teyzemlere gittim. Yaklaşık 2 ay köyde kaldım. Köye ilk gittiğim günlerde kıtlıktan çıkmış gibi yiyordum. Nasıl yemeyeyim yokluktan çıkmış, varlığın ortasına düşmüştüm. Ama nasıl yemek; kahvaltı yapıyordum, arkasından elma, ceviz, koruk, olmamış yabani erik, sıkma, börek, mısır ne bulursam sürekli bir şeyler yiyordum. Burada yemekle ilgili bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Köye varalı bir ay kadar olmuştu. Annemler bana harçlık göndermişti. Köy bakkalına gittim. Yaklaşık 20 cm uzunluğunda 2 adet şeker sucuğu aldım. Bakkaldan dönüşte baktım teyzemler tereyağı yapmak için yayık ayranı çırpıyorlar. Teyzem ayran içer misin diye sordu. Evet dedim teyzem küçük bir tasa ayran kattı, dedim bu yetmez. Oda bir kovaya yaklaşık 2 litre ayran koydu. Baktı elimde bir paket var ne diye sordu. Bende şeker sucuğu aldığımı söyledi. İşimiz bitince yeriz o halde dedi. Ben 2 litre ayran ve şeker sucuklarımla yukarı çıktım. İkinci katın hemen kapısının önünde biz taht deriz; ahşap balkon vardı. Balkona çıktım. İki sucuğu ve iki litre ayranı içtiğimi hatırlıyorum. 2 saat sonra filan teyzem yukarı çıkıyor. Ben içerde yokum sesleniyor ses yok, içerilere bakıyor yokum ama bir horultu sesi duyuyor. Sese kulak kabarttığında beni kendinden geçmiş halde, tahta uyurken buluyor. Güç bela kendime getiriyorlar beni. Çok yemek yemekten nerdeyse ölecekmişim. (Daha sonra teyzem olanları anlatırken o kadar çok yiyordu ki köye kıtlık çökecek diye gülerek anlatırdı) O olaydan sonra bu seferde tamamen yemekten içmekten kesilmişim. Teyzemler bu sefer de kıza açlıktan bir şey olacak diye korkmaya başlamışlar. Teyzemin kocası eniştemi çok severdim. Oda beni çok severdi bir dediğimi iki etmezdi. Teyzemin kızlarıyla sabah ezanı kalkıyor, bahçe sulamaya gidiyorduk. Hava alacakaranlık olurdu. Ben çok korkardım ama yine de gitmek isterdim. O yaz belki çocukluğumun, belki de hayatımın en güzel yazıydı.

2 ay sonra annemler köye geldiler. Annemlerin köye geldiğini duyduğumda nasıl koşarak onları karşılamaya gittiğimi ve annemin boynuna sarılıp hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Çünkü annemi çok özlemiştim.

Daha sonra evimize döndüm. Okuduğum okuldaki hademeler, okulun bahçesinde bulunan 2 tane evde yaşıyorlardı. Aramızda sadece havlu duvarı vardı. Oraya koyduğumuz bir merdivenle, birbirimize gider gelir, komşuluk ederdik. Hademelerden birinin bizden 4-5 yaş büyük bir kızı vardı. Onunla arkadaşlık ederdik. O müzik dinlemeyi çok severdi; Ferdi, Orhan Gencebay ve Müslüm dinlerdi. Bizde onunla beraber dinlerdik. Zamanımız çoğunlukla onlarda geçerdi. Okullar tatil olduğunda, okulun bahçesi bize aitti. Bütün komşular toplanır, neresi gölgeyse orada hep beraber oturur, elişlerini yaparlardı. Her gün biri çay demler, kısırlar, köfteler yapılır. Hep beraber yenirdi. O zamanlar annem bizimde el işi yapmamızı ister, bize de tığ, yumak verirdi. (Ben genellikle biraz işler, sonra da yumağı dolaştırır ve bu açılmıyor diye çöpe atardım.) Bazen de hademe komşumuza yardım etmek için, okul temizliği yapılması gerektiğinde, hep beraber hortumlarla okulu yıkar, temizlik yapardık. Ama bu temizlikler, güle oynaya geçerdi.

Köyden döndükten sonra ortaokula kayıt yaptırdım. Çok heyecanlıydım. Artık genç kız oluyordum. Hatta okula başlamadan babamla erkek-kız ilişkileri hakkında konuşmuştuk. (Çocuklumda babamla özel olarak paylaştığım tek anım bu sanırım.)

Ortaokul günlerime dair çok az şey hatırlıyorum. Hatırladığım beden eğitimi derslerimiz ve sınıfta 2 tane kızla, kim daha yüksek not alacak diye yarışmalarımızı hatırlıyorum. Okulun bahçesi, sınıfımız fulü bir şekilde gözümün önünde canlanıyor.

Ortaokula birinci sınıfı bitirip tatile girdiğimiz yazdan sonra ben hiç çocuk olmadım. İyi kötü yaşadığımız, güzel günler, bir daha gelmemek üzere o yaz bitti. Ve ondan sonra olaylar silsilesi başladı.

Yaz mevsiminin sıcak günlerinden birinde babam sabah işe gitti. O gün nasıl geçti hatırlamıyorum. Akşam karanlık çökerken, ev sahibimizin büyük oğlu, motosikletle bize gelip, babamı sordu. Yalnız çok telaşlı bir hali vardı. Annemde sabah işe gittiğini, henüz gelmediğini söyledi. Ve sonra tamam deyip gitti. Yalnız annem bir gariplik olduğunu sezmişti. Hayırdır inşallah dedi. Babam o gece eve hiç gelmedi. Sonra amcamlara, dayımlara haber verdik, babamın eve gelmediğini. Sabah kötü haber gelmişti. Babam ve ev sahibimizin kızı kaçmışlardı…..

Evet ev sahibimizin kızı ve babam, iki ergen gibi kendilerine yeni bir hayat kurmak için kaçmışlardı.

Babam ortadan kaybolduktan sonra, kızın ailesinden bir kötülük gelecek diye çok korktuk. Sonra dayımlar ve amcamlar araya girdi. Ve babamla ev sahibimizin kızının dini nikah yapmalarına karar verdiler. Ve bir şekilde ortalık durulmuştu. Bizde ise gözü yaşlı bir anne ve daha olayın farkına varmayan, fakat kötü bir şeylerin olduğunu hisseden biz kalmıştık. (Tabi ben daha önce yaşananları düşünüp, parçaları bir araya getirince babamın o kadını sevdiği için gittiğini ve bizi terk ettiğini biliyordum.)

O olaydan sonra babamın işten çıktığını, aldığı tazminatla, o kadınla kendine yeni ev kurduğunu öğrenmiştik. Yaklaşık 2 ay sonra bir akşam üstü, babam eve geldi. Babamı gördüğümde, (onu ne kadar özlediğimi ve ona ne kadar kırgın olduğumu hatırlıyorum, her şeye rağmen babamı çok severdim ve ona aşıktım.) ona sarılmak yerine okulun bahçesine koşarak gidip, saatlerce ağladığımı hatırlıyorum. Hava karanlık olunca eve döndüm. Babam evdeydi. Lahmacun yaptırmışlar, yemek yiyorlardı. Evde sanki cenaze varmış gibi bir matem havası vardı. Sonra amcamlar, dayımlar geldi. Babamın evini ve çocuklarını ihmal etmemesi gerektiğini söyleyerek bir gün orda, bir gün bizde kalmasına karar verdiler.

Yani anlayacağınız bir gün babalı, bir gün babasız yaşayacaktık. Annem okuma yazması olmamasına rağmen çalışmak için iş aradı. Dayımlar ilk başta bu duruma karşı çıktılar. Dayım kendi evinin üzerine, iki göz bir ev yaptıracağını ve bize kendinin bakacağını söyledi. Annem kabul etmedi onlardan sadece çalışmak için kendine bir iş bulmaların istedi. 

Bizim uzaktan tanıdığımız bir kadın anneme şehir merkezinde küçük bir otelde, iş ayarladı. (Annem namazlı, abdestli, başı kapalı, yabancı erkeklerle konuşmaktan imtina eden bir kadındı) Onun akşamları eve geldiğinde namaz kılarken, ağladığını ve dua ettiğini hatırlıyorum. Hayatında şalvarını ayağından çıkarmamış, hiçbir erkekle muhatap olmamış bir kadının, sonradan çalışma ortamına dahil olması kadar zor bir şey yoktur sanırım. İşe başladıktan sonra okuma-yazma öğrenmek için kursa gitti. Çok iyi olmasa da, korkmadan otobüse, dolmuşa binecek kadar okuma yazmayı öğrendi.

3-4 ay otelde çalıştıktan sonra dayımlar, anneme bir inşaat firmasında iş buldular. Yeni işyerinde çay, kahve ve temizlik yapıyordu. Yeni işi eski işine göre nispeten daha iyiydi. Annem çalışarak evimizin geçimini sağlıyordu. Boş zamanların da para karşılığı el işi yapmaya devam ediyordu. Hatta o dönem belediyenin yaptıracağı toplu konutlara yazılmıştı. (Hatırlıyorum konutlara yazılmak için 100 bin lira peşinat gerekiyordu. 50 bin kendisi biriktirmişti. Kalan 50 bin lirayı da sağdan soldan borç almıştı.) Annem çok tutumlu bir kadındı, hiçbir şeyimizi eksik etmemesine rağmen bir taraftan da para biriktirebiliyordu.

Bu arada ben okula devam ediyordum. Bu olaylardan dolayı psikolojim alt-üst olmuştu, ders çalışmak, bir şeyler okumak bana iyi geliyordu. Ablam ilkokuldan sonra okumak istemedi. Babam evlendikten sonra ablam da eve katkıda bulunmak için, bir eve çocuk bakmaya gidiyordu. Ablam başka evlerde çalışmaya başladıktan sonra bizim yaşantımızla, o evlerde ki yaşantının, farklılıklarını bariz şekilde hissetmeye başlamıştı. Gittiği evler, bizden maddi durumu çok çok iyi olan insanlar yaşadığı evlerdi. Gittiği evlerde yemek, temizlik yapıyor ve çocuk bakıyordu. (Bu evlerdeki yaşam onu o kadar etkilemişti ki hatırlıyorum evlenirken çeşit çeşit porselen yemek takımları, elektronik küçük mutfak aletleri ve son model beyaz eşyalar almıştı. Ne yazık ki hiçbir zaman onların tamamını sergileyebilecek büyük bir evi olmadı.) Aldığı maaşın bir kuruşuna dokunmadan anneme veriyordu. (Yıllar sonra öğrendik ki annem, ben çalışmaya başladıktan sonra benim ve ablamın verdiği paranın kuruşuna dokunmadan, bizim adımıza biriktirmiş. O yüzden evlenirken herkesin parasına göre çeyiz almıştı.)

Hayat rutin bir şekilde devam ediyordu. Babam gün aşırı geliyordu. Ama bencilliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Ailemize bunca yaşattığı şeye rağmen hala annemden aynı şekilde hizmet bekliyordu. Babam ne yaparsa yapsın, annem babama aşıktı. Hala büyük bir keyifle babama hizmet ediyordu. (Sabahın beşinde kalkar işe gitmeden önce babama börek, sıkma yapardı.)

İnsanoğlu kötü deneyimler yaşayınca, başına gelen şeylerin en kötüsü olduğunu düşünür her zaman ta ki daha kötüsünü yaşayana kadar.

Ve sene 1989, liseye başlayalı birkaç ay olmuş. 25 Kasım Cumartesi günü, daha önce de bahsetmiştim. Hafta sonları cumartesi günü banyo yapılır, pazar günü çamaşır yıkanırdı. Banyo yapmış, üstümü giyinmiş oturuyordum. Babaannem de bizde kalıyordu. Babam o gün bizde değildi. Akşam hava yeni kararmıştı. Kapı çaldı, 25 yaşlarında bir genç vardı kapının önünde babamın adını söyleyerek ustanın evi burasımı diye sordu. Annem de evet diye karşılık verdi. (Olanları anlamanız için kısa bir şey anlatmak zorundayım. Bizim evdeki kasetçalar bir ay önce filan bozulmuştu. Tamir ettirmeye çalıştık ama olmadı. Babamda yurt dışında çalışan bir arkadaşının olduğunu ona büyük bir müzik seti siparişi verdiğini söyledi.) Usta; abime müzik seti siparişi vermiş, abim getirdi. Fakat evde olup olmadığınızı bilmediğim için ben yanımda getirmedim. Yenge benimle iki dakika gel, müzik setini al dedi. Annem adamla beraber gitti. Aradan biron dakika filan geçti. Adam bu sefer tek başına geldi. Annemin onlarda olduğunu, tek başına taşıyamayacağı için kızlardan birini çağırdığını söyledi, ablam henüz banyo yapmadığı için babaannem senin üzerin giyinik, sen git dedi. Ayağım çıplak terlik giyip adamla beraber gittim.

Aradan bir on dakika geçtikten sonra annem eve gelir, babaannem ne olduğunu sorar. Adamın kendisini ışıkları yanmayan bir evin önüne götürdüğünü hemen arka sokaktan abisinden anahtarı alıp geleceği söyleyerek gitti der. Orada beş, on dakika bekler. Gelen giden olmayınca eve döner. Bakar ki ben evde yokum. Babaannemde adamın tekrar geldiğinden bahseder. Ve kızla gittiler der. Burada çok fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Gece adam beni bir inşaata götürmüş. Tecavüz ettikten sonra sabaha karşı beni orada bırakıp gitmişti. Eve sabah yağmurun altında uzun bir süre yürüyerek geldim. Sokağa girdiğimde evimizin önünde polisler ve büyük bir kalabalık vardı. Herkes beni arıyordu. Annem beni gördü ve koşarak yanıma geldi. Islanmış ve üşümüştüm. Herkes meraklı gözlerle bana bakıyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Eve girdim. Korkmuş ve şaşkındım. İçeriye girdiğimde annem üşüdüğüm için hemen bana çorap filan giydirmeye çalıştı. O sırada dayımın karısı yengem, bir hışımla üzerime geldi ve gelirken neden kendini bir damdan aşağı atıp öldürmedin, bana bağırdı. Namusumuz kirlendi diye söylenip duruyordu.

Eve geldikten sonra, Polisler ifade almak için beni karakola götürdü. Babam olayı sonradan duyduğu için direk karakola gelmişti. Karakolun kapısından içeri girip babama sarılıp, ağladığımı hatırlıyorum. Daha sonra ifade verdim. Sanki bir kâbusun içerisindeydim. Şahsı daha önce tanıyor muydum? Sevgilim miydi? Olay nasıl olmuştu? Buna benzer yüzlerce soru. İfademi verdikten sonra eve geldik. Evde meraklı komşular ve duyan akrabalar vardı. Annem ve babam apar topar taşınmaya karar verdiler. (Belediyeden aldığımız toplu konutlar bitmişti. Evin ufak tefek işleri vardı. Ondan sonra taşınacaktık.)

Hemen bir kamyonet ayarlandı. Eşyalar yüklendi ve biz suçlu gibi mahalleden ayrıldık. Belediyenin konutlarındaki evimize geçtik. Orası da 2 oda bir salon çok küçük, kutu gibi bir evdi ama içi filan düzgündü.

Eve geçtikten sonra gelen giden akrabalardan nefes alacak halimiz kalmamıştı. Sürekli aynı konular açılıyor. Her gelen akraba beni sorguya çekiyordu. O şahsı tanıyor muydum? Ya da daha önce bir yerde görmüş müydüm? Tanıyorsam eğer korkmama gerek olmadığını en azından onu bulup beni evlendirebileceklerini söylüyorlardı. Buna benzer konuşmalar sürekli yapılıyordu. Artık kimseyi görmek istemediğim için küçük odadan dışarı çıkmaz olmuştum. Bütün zamanımı o küçücük oda da geçiriyordum. Öyle bir hale gelmiştim ki. İnsan görmek istemiyordum. Çünkü her gelen unutmaya çalıştığım karabasanımı tekrar hatırlatıyordu. Olaydan birkaç gün sonra kuzenlerimden biri bize gelirken, evi bulamadığı için yolda gördüğü bir adama bir hafta önce kızı tecavüze uğrayan dayımları tanıyor musunuz diye sorarak bizim evi bulmaya çalışır. Tesadüf adres sorduğu adamda bizim kapı komşumuz çıkar. Biz bir şeyleri geride bırakıp, bizi tanımayan bir mahalleye geldiğimizi düşünürken, kuzenimin sayesinde mahalledeki herkes başıma gelen olayı öğrenir. 

Kimse gelip olayın aslını sormaz, evde iki tane genç kız vardır. Bu kızlardan biri tecavüze uğramıştır.

Yaklaşık iki ay değil sokak, balkona dahi çıkmadım. Garip bir psikoloji içerisindeydim. Daha sonra öğrendiğim kadarıyla dayımlar namusları temizlensin diye eşi ölmüş, yaşlı bir adamla evlendirmeye karar vermişler. Bu konudan anne ve babama bahsettiklerin de babam da onaylamış. İyi olur evlensin demiş. Annem karşı çıkmış. Ben kızımı kimseyle evlendirmem, ben kızımı okutacağım, kimse evlenmezse evlenmesin. Kızım ayaklarının üzerinde duracak, kimseye muhtaç olmayacak demiş. Annem gibi eğitimli olmayan bir kadının bu şekilde davranması müthiş bir şey değil mi? 

Annemin diretmesi üzerine, dayımlar beni evlendirmekten vazgeçmişler. Olaydan sonra ben iki ay boyunca evde bulduğum her ilacı biriktirmeye başladım. Döndüğüm gün yengemin söylediği sözler, sürekli kulağımda çınlıyordu; neden kendini öldürmedin ki? Neden, neden, neden, neden…

3 ay boyunca bayağı ilaç biriktirmiştim. Artık intihar edebilirdim. Gündüzleri evde kimse olmuyordu. Annem ve ablam iş te, erkek kardeşim okulda oluyordu. Ve bir sabah intihar etmeye karar verdim. Bütün ilaçları sakladığım yerden çıkardım. Koca bir bardak su aldım. İlaçları avcuma aldım tam ağzıma atacağım. Vazgeçtim; Dedim kendime sen ne yapıyorsun. Sen suçlu değil kurbansın. Böyle bir şey yaparsan, kimsenin umurunda olmayacaksın. Namusum kirlenmiş. Ne namusu suçlusu olmadığım bir şey için neden benim namusum kirleniyormuş diye düşündüm kendi kendime. Ben suçlu değildim ve bunun cezasını ben çekmeyecektim. Bu hayatı inadına yaşayacaktım. Severek değil belki ama inadına yaşayacaktım. Bu kızı evlendirmezseniz kötü yola düşer diyenlere inat, bu saatten sonra bundan bir halt olmaz diyenlere inat.. YAŞAYACAKTIM …. İnadına yaşayacaktım.

Yazar Fadime Öztürk

Bir yanıt yazın

Düzeni Bozuk Düzen

Ümit