içinde

Omuzlarıma Abanan Bir Anı

Süt ve balı bir bardakta birbiriyle buluşturdum. Dolaptan kısa çelik bir kaşık alarak karıştırdım. Sıcak ve akışkan bir maddenin, tek tarafı açık bir tüpün içinde oluşturduğu girdaba bakıyorum şimdi. Hayatımla ortak yönleri olan bu girdaba. İçeriden sesler geliyor. Yatağından kurtulan kısa tüylü bir yaratık seri adımlarla masanın üzerine çıkıyor ve yüzüme bakıyor. Sadece bakıyor ve yalanıyor.

Çarşafın mamasını veriyorum. Evet adı çarşaf. Her zaman en incesini seçtiğim sigara çarşaflarına karşı olan zaafımdan dolayı adını çarşaf koydum.

Çarşafı pencereye kadar takip ediyorum.

Pencerenin kenarından gökyüzüne bakmaya yeltenmek, körfezden geçen dev bir metal yığınını gri bir gökyüzü altında yüzen bir ölü balinaya benzettiğim çocukluğumu hatırlatıyor. Puslu ve yorucu. Günün sonlarına doğru uyanmışım. Birkaç saat sonra dışarı çıkacağım. Her gece gittiğim bara gidip, her gece içtiğim şaraptan içeceğim, her gece ödediğim parayı ödeyip, aynı kadınlarla eğlenip, aynı şeyleri düşünüp, farklı şeyler yazmaya, okumaya çalışıp beceremeyeceğim.

Ancak omuzlarıma abanan bir şey hissediyorum. Sırtımda fazladan birkaç örs daha var. Gereksiz bir yük, bir tatsızlık ya da nasıl denirse işte. Boktan bir his.

Bu hissi atmak için radyoyu açıyorum.

I walk the line çalıyor. Jhonny Cash ve Bob Dylan düeti. Bob Dylan gitarıyla sallanarak Jhonny’nin üstüne eğile eğile ağzını yayıyor şuan. Hissediyorum.

Jhonny Cash biraz daha nazik olmak adına olduğu yerde kaskatı duruyor ancak gözlerini seyircilerin arasındaki östrojen makinelerinden alamıyor. Şimdi iki ses bir oluyor ve gitar sesleri yükselerek nakarat okunuyor. Binlerce mil uzaktaki bir olay, onlarca yıl önce yaşanmış ve ortaya çıkan şarkı; artık geride kalan kimse için bir anlam ifade etmediği zamanlarda dinleniyor.

Ne acı! Ne acı! diye bağırırken pantolonumu kıçıma kadar çekmişim. Mavi şık bir pantolon ve içine soktuğum kırmızı gömleğimle bugün için hiçbir anlam ifade etmeyen kıyafetimi tamamlıyorum. Örgü beremi kafama geçirdikten sonra yatağın kenarından yere düşmek üzere sarkan saate bakıyorum. Saat takmaktan nefret ederim ama Tom Waits’i severim. Şimdi de radyoda Make İt Rain çalıyor. Ortamı hareketlendirmeye çalışan bir müzik. Ancak en az annem kadar işe yaramaz ve çaresiz.

Dışarı çıkmadan son kez eve bir göz atıyorum. Ahşap döşeme yoğunluklu koridorun kenarından yukarıya yükselen bir merdiven ve çevresini tamamlayan birkaç av tüfeği, kayak takımları, duvara özenle asılmış paltolar, botlar ve odaların içerisine girebilmek için adeta sürünen yetersiz güneş ışığı…

Yatağımın kenarından sarkan saate çarpan ufak bir ışık parçası, seken ışığı yakalayan keskin bir nacak. Olmazsa olmaz şöminesiyle beraber misyonunu tamamlayan, insanın içini sıktıkça sıkan tam bir Amerikan tipi dağ evi. New Hampshire eyaletinde bir dağın başında, titrek kavakların çevrelediği bir depresyon makinesi.

Dışarı çıktım, hava soğuk.

Gündüzleri çocuklarının düzgün sıçıp sıçmadığından başka hiçbir derdi olmayan insanların köpeklerini gezdirdikleri bir parkta, birkaç serseri ile birlikte oturuyorum ve her an zincirinden kurtulabilecek bir Pitbull’un saldırısına karşı savunmasız ancak bir o kadar da pervasız bir biçimde sigara içiyorum.

Gökyüzü bulutların arasından çıkıp gelen keskin ayazını dindirdi sonunda. Serin bir yaz akşamını hatırlatırcasına ılık bir hava var.

“Hep böyle havalarda insanın omuzlarına abanan bir şeyler vardır.

Kış mevsiminde havanın soğuk olmasını beklersin. Aynı yaz mevsiminde terlemeyi arzu etmediğin ama terlediğin gibi…

Beklenmedik şeyler her zaman beklenmedik düşüncelere, olaylara ve başından beri anı olan düşlere gebedir.”

Son bir dakikadır yanımda oturan ve ciğerlerinden her saniye katran karası bir depresif hava salarak konuşan bir kadının sözleri bunlar. Öylesine dalgın bakıyordum ki gökyüzüne, ne zaman geldiğini farketmemişim. Ancak söylediği her bir kelime, Tanrının gönderdiği bir mesihi dinleyen kalabalık bir meczup grubunun yüreğini nasıl heyecanlandırırsa benimkini de öyle heyecanlandırmıştı.

Şimdi kadın bir cevap bekliyor gibi susuyor.
Bana katılması için gözlerimi gökyüzünden hiç ayırmadan konuşuyorum onunla.

“Bu söz Oruç Aruoba’dan mı alıntı?
“Her düş başından beri bir anıdır”
Biliyor musun hayatta bazı anıların kısa ya da uzun sürmesinin elimizde olmayışı, bence insanın ölümü bildiği halde neden delirmediğinin cevabı ve aynı zamanda yine insanın en büyük çaresizliğidir.

Çaresizlik delirmeye engeldir çünkü. Aramızda dolaşan, nefes alan ölüler, okuyan, yazan deliler ve düşünmeden konuşan dünyanın en rahat insanları… Hepsi standartların delirmesine engeldir.”

Neden delirmeyi bu kadar arzuladığımı sordu. Sanki az önce ona hakkımda her şeyi anlatmışım gibi beni analiz etmişti ve bir boksör edasıyla en çok konuşmak istediğim ve hep sustuğum yerleri biliyor ve oralara vuruyordu. Canım acıyordu, kendimi tutamıyordum. Tüm zayıf yönlerimi henüz yüzüne bile bakmadığım bu yabancı kadına anlatacak ve sadece küçük bir yürüyüş molası verdiğim bu parkta belki de hayatımın en kötü başlangıcını yaparak en güzel şeyleri yaşayacak ve yine en kötü sona doğru ilerleyerek sonunda göt üstü yapışacaktım. Acımasız bir kadındı. Rahattı, konuşkandı ve çeşitli psikolojik gerçeklerden haberdardı. Beni bir salağa dönüştürebilir ve ağzıma sıçarak geldiğinden, yine ağzıma sıçarak gidebilirdi. Rolünü oynadığım tüm ukala, umursamaz, rahat erkek rolleri ona sökmezdi.

Gözlerimi gökyüzünden bir saniyeliğine bile ayırmadan sigaramdan son nefesimi çektim ve attım. Kadının yüzüne bakmadan, tek kelime etmeden kalktım ve yoluma devam ettim. Muhtemelen on dakika sonra barda sıcak şarabımı içerken tüm bu olan saçmalıkları düşünecek ve az önceki beş dakikanın neden yaşandığını sorgulayacaktım.

Gerçekten umutsuz ve bıkkındım. Ne istediğini bilmeyen koca bir bebekten farksızdım ve insanların hayatlarına dahil olup onların düzenini bok etmekten çekiniyordum. Tüm bunları tecrübe etmiş olmamdan dolayı aynı şekilde kimseyi hayatıma iki geceden fazla sokmuyor ve onların hayatına dahil olmuyordum.

Kadının yanından ayrılıp yoluma devam edeli beş adım olmamış olacak ki, geriye doğru baktığımda hala bankta oturuyor ve gökyüzünü izliyordu.

“Afilli kaybedenlerin distopyasına hoşgeldin. Eğer daha fazla birbirimizin üzerine kusarak dökülecek boşluklar bulursak zihnimizde; sokağın sonundaki bardayım”

Ve kadın gelmedi. Benimle ilgilenmedi. Ben de onunla. Birbirimizin karanlık sularına adım atmamaktan, yılları heba edip en sonunda tekrar büyük bir sıfırla başlamamaktan kullandık şansımızı.

Ya da aklımızı…

Aklımızı kullandık sanırım. Çünkü sadece aptallıklar, bir anlık cesaretle boylanan dipler akıl dışı şeylerdi. Ve en zevklileri de onlardı. Neyse ki biz kendi okyanus kıyılarımızda ayak bileklerimize gelen dalgaları tepmeye karar verdik. Sıkıcı, kasvetli ve sonuçsuz, sürekli…

Zaten ben de o bara gitmedim. Gidemedim. Gidemezdim. Yalnızca tek parça çıkmayı düşündüğüm bu hapishanenin demir parmaklıklarına yaslanmış düşünürken hayal ettiğim şeylerdi bunlar. Hayallerimi hayal etmiştim. Belki etmemiştim. Hatta edememiştim. Belki ben de bir hayalettim.
Bilemem…
Bilmek zordur çünkü yukarıdaki dünyayı, toprağın altındayken.
Ölüyken bilmek zordur…
Zordur bilmek ölüyken…
Zordur ölmek, bilirken…
Yaşadığını…

Yazar Mert Canbaz

2 Yorum

Yorum Bırakın
  1. Masamın ustunde yeni bir kitap olmalıydı bu, altını çizmek isterdim.

    Hayatta bazı anıların kısa ya da uzun sürmesinin elimizde olmayışı, bence insanın ölümü bildiği halde neden delirmediğinin cevabı.

Bir yanıt yazın

Vazgeçilmezimsin

Her Günüm