içinde

Marc Auge’den Seçmeler

*Anılar diğer şeylerle -özellikle mekânlarla- birlikte bizi çevremize ve diğerlerine bağlar. Ama belleğin tarif ettiği geçmiş hayat, anlatı kurgusundadır. İnsan zihni bu kurguyu yaparken kaçınılmaz olarak boşlukları doldurur, anılara bambaşka anlamlar katar, geçmişi kişiselleştirir. Kısacası anılar, insanın kendisi hakkında kendisine ve başkalarına anlattığı bir hikâyeye dönüşür. Kök, fena bir kusurdur. Köklere, mirasa ve geleneğe sahip çıkmak, zengin olduklarına inanan kişilerin küstah tutumudur. Bir şeyden kaçmak ya da onu aramak, o şeyi dönüştürmeyi istemektir daima: Var olabilmek için yepyeni bir geçmiş ihtiyacı. Fakat geçmiş yalnızca yanılsamalar ve yalanlarla doludur. Önemli olan buluşmalar ve karşılaşmalardır. Hayatımda birkaç karşılaşmam oldu. İnsanlarla, manzaralarla, anlarla. Her birinden sonra artık ben, aynı ben değildim. Her biri gidişatımı hafifçe saptırıp yeniden yönlendirdi. Bir karşılaşma yarın ya da yakında veya belki birazdan gerçekleşir, bu minik ama eli kulağında değişimin kesinliği sayesinde hayatta kalırım ancak.

*Bireyler, toplumlar, devletler kendilerini her şeyin muhteşem olduğuna inandıkları bir tarihsel döneme sabitlerler, yani yeni bir gelecek kurma hayallerini yine kendilerinin inşa ettikleri bir bellek hapishanesinde çürütürler. Ölü bir geçmiş unutulmalıdır. Unutmanın üç cephesi vardır: birinci unutma biçiminin gerçekleştirmeye çalıştığı şey, şimdiki zamanı ve ondan farksız hale gelmeye başlayan yakın geçmişi unutarak, kaybolmuş bir geçmişi yeniden bulmak, böylece en eski geçmişle bir süreklilik sağlamaktır. İkinci unutma biçiminin gerçekleştirmeye çalıştığı şey şimdiyi yeniden bulmaktır. Bu amaçla şimdiyi bir süre için geçmişten ve gelecekten uzaklaştırmaya, daha doğrusu geleceği geçmişin geri dönüşüyle özdeşleştiği ölçüde unutmaya çalışır. Üçüncü unutma biçimiyse yeniden başlamadır: Geçmişi unutarak geleceği bulmak, olabilir bütün geleceklere hiçbirine ayrıcalık tanımaksızın yeni bir doğuşun koşullarını sağlamaktır. Unutmak, toplum için olduğu kadar birey için de bir zorunluluktur. Uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekir. Çocuklaştırılmış anılar unutmanın etkisine uğramış, kararmış bir görünüm alması için belirli bir süre toprağa gömülen bazı Afrika heykelleri gibi yapay bir şekilde eskitilmiş anılardır.

*İnsanların gözünde evcil hayvanların, en iyi yanı, şüphesiz birinin yerine diğerinin koyulabilmesidir. Ölen birinin yerine hemen yenisini almak bizi yas tutmaktan kurtarır. Belirli bir yaşa gelen biri, son kaybettiği havyanın yerine bir başkasını alamıyorsa eğer, bu belki de bu kez kaderlerinin kesişebileceği korkusundandır. İster maddi koşullar yüzünden olsun ister yorgunluktan, yerine başkasını koymayacağınız son kedi veya köpeğin ölümü, bakış açımızda bir değişikliğe yol acar. O zamana kadar, gözümüzde hayvan ölümsüzlerin karşısındaki bir ölümlü gibi var olmuştur. Kedilerimize veya köpeklerimize, Homeros’un tanrılarının insanlara baktığı gibi, acıyarak ama kaderlerini değiştiremeyeceğimizi bilmenin hüznüyle bakarız. Fakat hayvanlarımız karşısında ne ölümsüz ne de yarı tanrıyızdır. En son ölenin yerine bir başkasını almayı reddetmek, hayvanlar gibi ölümlü olduğumuzu kabul etmektir. Bu kabul bizi onlara yaklaştırır. Bize hayvanların sükûnetinin sırrı ve doğaya olan yakınlıkları üzerine kendimize sorular sormak ve düşünmek için de fırsat verir.

*Her yeni nesil bir öncekini dışarı doğru itiyor. Şüphesiz etnologların sıkça gösterdiği gibi, birçok toplumda, nesiller arası ilişkinin altında yatan gerilimin nedenlerinden biri budur, fakat bundan daha önemlisi, ölüm fikrinin bir yeniden başlayış fikrine bağlı olmadığını, çarkların herkes için ama sadece bir kere döndüğünü göstermesidir. Buradaki çelişki, yeni gelen nesil tarafından ölüme itilirken aynı zamanda torunların gelmesini de sağlayan doğum fikrinin yaşın ilerlemesini hafifletmesidir. Aynı gerilimin torunlar ve ebeveynleri arasında yaşanacağını düşünmek, büyükanne ve büyükbabaları yaşlanma konusunda teskin edip torunlarına minnet duymasını sağlıyormuş gibidir. Birbirini takip eden nesiller, yani ebeveynler ile çocuklar arasındaki gerilimler daha güçlü bir şekilde ifade edilir, büyükanne ve dedelerin torunlarla olan ilişkisi ise daha çıkarsız ve başkalarının aracılığıyla olur. Ayrıca biliyoruz ki işin bir de Oidipus boyutu var, anne-kız, baba-oğul ilişkileri her zaman bir sevgi ve rekabet ikiliği üzerine kuruludur.

*Öyleyse meselemiz zaman, istediğimiz gibi şekillendirdiğimiz, oluşturduğumuz, zevk için oyun oynadığımız zaman. İnsan emin olunan bir doğum tarihi ile genelde farklı olması dilenen bir ölüm tarihi arasında sıkıştırılmıştır. Zaman bir özgürlük; yaş ise bir sıkıntı, bir zorlamadır. Bedene gizlemeyi ya da yalan söylemeyi öğretmek. Ama kime yalan söyleyecek bu beden, başkalarına ve kendine. Bir başkası olarak kendine. Sanki bu bedenin bir ötekisi, bu bedenden başka bir öteki varmış gibi. İnsan yaşlanmayı kabul ederse iyi eder çünkü o alıngan bir hayvandır, kendisini tanımazlıktan gelene sessizliğini pahalıya ödetebilir. Yaş gelince, kendini gösterebilir elbette, ama onu tüylerini okşayarak göz önünde tutmak, yaşa hoş geldiğini söylemek, gururunu okşamak, Noel Baba gibi torbasından cömertçe çıkardığı hediyelerini utanıp sıkılmadan saymak daha iyidir. Yalnızlığın yaşlılıktaki en acımasız dertlerden biri olduğu söylenir. Gerçekten de ne kadar çok zaman geçerse o kadar fazla çözülür ya da en azından gevşer bizi hayata bağlayan bağlar. Biraz şans meselesi, bazıları yaşlılığın dertleriyle daha az ya da daha geç tanışır. Böylece, kendiliğinden kedinin bilgeliğine sahip olur ve bedenlerinden sadece verebileceğini talep ederler. Bazen hayattan zevk almak için ömürlerinin sonuna kadar beklemiş gibi görünen bazı ihtiyarların ne kadar yapmacıksız bir şekilde olduklarına şaşırır kalırız. Kısacası, en derinde bana ait olan, zaman içerisinde beni ölüme, kendi ölümüme yaklaştıran ilerleyişimin derecesi kayıt altına alınmış, çerçevelenmiş, düzenlemelere, özel izinlere, istisnalara tabi tutulmuştur. Eğer yaşımsam ve sadece yaşımdan ibaretsem, özümde, herkesin tanıdığı kurallar tarafından sıkıca belirlenmiş, sosyal ve kültürel bir varlığımdır. Fakat bu kurallar yığını beni gerçekten ilgilendirir mi? Ben gerçekten yirmi bir yaşıma geldiğimde reşit oldum mu? Bu dönüşüm şimdilerde benimkinden üç yıl önce mi gerçekleşiyor? Emekli olunca başka biri mi oldum? Altmış beş, yetmiş ya da seksen yaşımdan sonra söyleyecek bir şeyim kalmadı mı? Bu bir özgürlük meselesidir ve uzayan yaşam süresi daha çok kişiyi çemberin dışına atabilir.

*Paganizm, düalist değildir ve ne ruhu bedenin ne de inancı bilginin karşısına koyar. Bireysel ve toplumsal yaşamın rastlantılarının yansıttığı güç ve anlam ilişkilerine dışsal bir kural olarak ahlak tahsis etmez. Biyolojik  düzen ile toplumsal düzen arasında, bir yandan bireysel yaşamın, içinde bulunduğu topluluğa zıtlığını göreceli hale getiren, diğer yandan da her bireysel ya da toplumsal sorunu bir okuma sorunu haline getirme eğiliminde olan bir bağı ilke edinir; tüm olayların bir işaret olduğunu ve tüm işaretlerin bir anlamı olduğunu ileri sürer. Kurtuluş, aşkınlık ve gizem ona temelden yabancı şeylerdir. Bunun sonucu olarak, yeniliği ilgiyle ve hoşgörüyle karşılar; tanrıların listesini uzatmaya her zaman hazırdır, sentezden değil eklemeden ve münavebeden anlar.

Yazar Sefik Duran

Bir cevap yazın

İknanın Psikolojisi Kitabından Öğretiler

Bir Zamanlar Hollywood’da (Once Upon A Time in Hollywood) Filminin Analizi