Oysa önceki günlerden farkı yoktu gözümü açtığım o mahşer gününün. Güneş yine o büyük çınarın ardından doğmuş, alabildiğince aydınlatıyordu memleketin her kuytu köşesini. Komşu teyzeler camlarda, amcalar kahvehanelerdeydi. Çocuklar sokakta bir o yana, bir bu yana koşturuyordu. Alnından teri akan, o büyük çınarın gölgesinde soluklanıyordu. Sanki o gün ölüm hiç uğramayacaktı bu kente, sanki o gün, o günü her günmüş gibi yaşayacak ulaşacaktık sonsuzluğa. Hiçbir gülüş solmayacaktı adice, hiçbir beden yakılmayacaktı, hiçbir hayat tatmayacaktı o toprağı.
Güneşin doğduğu yerden çıkıp gelmişti günün bir vakti, bir kadın. Yaşamın ta kendisiydi ya da öylesine biriydi, emekti, hayaldi, gelecekti. Atılmış, atılmamış birkaç kahkahaydı, geçen senelerden ağarmış saçtı, bükülmüş beldi. Belki sokakta koşturan o çocuklardan biriydi. Bilirdim, her şeydi, bu memleketin her köşesi, her denizin kıyısı, her ormanın o yüzyıllık ağacı. Adı Pınar’dı, Özgecan’dı, Emine’ydi, Şule’ydi, Münevver’di.. Belki gündüzün tam ortası, belki gecenin bir vaktiydi.
Sanırdım ki adım attığı yerden çiçekler biterdi, ormanlar yükselirdi göğe usulca.. Herkes onu görür, herkes onu duyardı. Belki o yüce çınar, aydınlansın diye yüzü, çekerdi yapraklarını geriye. Ama öyle bir mahşer günüydü ki o gün, komşu teyzeler pencerelerini kapattı, perdelerini çekti. Sokakta oynayan o çocuklar evlerine girdi, kahvehanedeki amcalar döndüler sırtlarını, kapattılar kulaklarını. Güneş her kuytu köşeden çekti ışığını, çınar yapraklarını eğdi, sanki kimseler görmesin diye uğraşır gibiydi. Biri geldi, bağladı elimi kolumu, mıhladı beni olduğum yere. Bir çaresizlik sardı bedenimin her yanını.
Ardından dişlerinden kan damlayan bir adam çıkıp geldi uzaklardan, üstü başı kirlenmiş, yüreğinin karanlığı sarmıştı dört bir yanını. Yüzüne baktıkça korkmak yerine iğreniyordum ondan, onu tanıyordum, onu biliyordum. Belki onunla her gün aynı sofrada yemek yiyordum, belki her gün aynı otobüste yanyana gidiyordum. O Çağatay Aksu’ydu, Cemal Metin Avcı’ydı, Cem Garipoğlu’ydu.. O Emine’nin eski kocasıydı, Özgecan’ın bindiği o dolmuşun şoförüydü. Dişlerinden, ellerinden kan damlıyordu. İsterdim ki bir mezar taşına kendi ellerimle yazayım onun ismini ama bilirdim hiçbir toprak kabul etmezdi bu iğrenç bedeni.
Usulca yaklaştı Pınar’a, Özgecan’a, Şule’ye, Münevver’e, Emine’ye.. Usulca yaklaştı ismini bilmediğim, yüzünü görmediğim, mahşer gününün tam ortasında kalmış binlerce kadına. Önce işkence etti, sonra kendi elleriyle kesti nefesini. Çığlıklarını duydum, verdiği o son nefesi hissettim ciğerlerimde. Bir bıçak gibi saplandı göğsüme. Kimseler perdesini açmadı, kimseler yüzünü dönmedi o çığlığa. Hemen ardından parçalara ayırdı bedenini, hemen ardından alevlerin içine attı. O ateş göğe yükseldi, dumanı kapladı gökyüzünü, koskocaman kent karanlığa gömüldü, kimseler görmedi, herkes kördü.
• • •
Binlerce hayat, binlerce hikaye, binlerce hayal böyle bitti. Böyle adice gasp edildi binlerce gülüş. Binlerce nefes böyle söndü, binlerce beden böyle yakıldı, binlerce beden böyle binlerce parçaya ayrıldı. Bu kadınlardan hiçbiri melek olmadı, hiçbirinin ölümü huzurlu değildi. Yaşadıkları şey bir katliamdı, yaşadıkları şey kimsenin hakkı değildi.
Tüm bunlara kulaklarınızı kapamışken gözyaşlarınızı da, sahte isyanlarınızı da, göstermelik mücadelenizi de kendinize saklayın. Hepinizin eli kirli, hepinizin eli kana bulanmış, önce kendinizi aklayın.
Kadın’ın beş harften öte olduğu bir gelecekte görüşmek üzere, ayağınıza taş değmesin güzel kadın kardeşlerim!
Bir gün şiddetin hiçbir türünün olmadığı bir dünyaya uyanmak dileğiyle..
tüm kalbimle diliyorum??