Kuytusuna tünediğim kuş yuvasında, hiç uçmak öğrenmeden, beyhude taşınmış kanat ağırlığı… Ben hafif zannederken onu, türlü prangalar halinde ayaklarımda birikmiş; edepsiz. Sırtımda terden duvarlar misali; yüzeyin altına, en dibe çekerek soluksuz kalmaya mecbur etmek istemiş beni.
Oysa bilmez, mecbur olduğum, yaşamak adlı nice hırgür var. Eskimiş peynir içlerinde en taze bir kekik kokusuyla, her yaz sonu başka bir dünyanın öğle güneşlerine doğduğumuza dair, dilimden uydurma ne çok deliller var. Bana, sen gibi kokmanın sevilmek için mühim yer teşkil ettiğine dair öğrettiklerinin ertesi, kekik kokusu büsbütün mazidir şimdi. Çamurla aklanır, dağ çiçekleriyle ehlileşmekten nasibini alır, taranmamış saçlarımdan kuru bir gökyüzü akıtır zannederim kendimi. İlkin gagalayarak içini acıttığım yuvadan, kanadı berrak bir kuş mahiyetinde havalanacağıma inanç; öyle umut ki, nasıl umarsız!
Yine de, etraf cümle çalı çırpı iken, gözüme takılan safi öğle güneşi. Çocukluğun yazları gibi, bu güneşin de büyütüp, kendi kuraklığından bihaber vahalara evireceği daha çok şey var. Yaz bittikçe, gün elde kalmadan yittikçe, arkasında yeknesak yollar uzanan duvarlardan atlar çocuklar. Olmamışı olgun etmeye, dört dünya dolaşmış camdan bilyeleri, kırk pay kum tanesine dönene dek tepelemeye heveslenmiş haramileri var duvarların; kırk eşit parçaya bölünmüş her cepheden akınları, kekikten yana, bizden gayrı, dört bucaktan çepeçevre.