Elindekine kanıklık etmeliydi insan. Hor görüp savuşturmamalıydı önünden. Aklından geçirmeliydi çokça zaman umursamadığı elindekine aslında başkalarının nasıl muhtaç olduğunu…
Böyle büyütüldük biz. Ablamızın eskilerine kanıklık etmeyi mesela. Ya da zayıf olduğumuz için kardeşimizle aynı yatakta ayaklı başlı yatmayı. Orta halli bir aileden geliyorsanız kanıksamak kaçınılmazdır.
Zaman ve yaşanmışlıklar her ne kadar iyileştirici güce sahip olsalar da çocukluğumuzdan getirdiğimiz bu kanıksama özelliğimizi yaş aldıkça köreltirler, sahip olma, daha çoğunu elde etme, en çok benim elbisem olsun, en çok benim saçım olsun, en çok benim övgüm olsun ve en çok beni sevsinler safsataları. Kendinizi bir anda tüketim çılgınına dönmüş bir canavara evrilmiş bulursunuz. İşin acı tarafı bu hali bulduğunuzda artık birçok şeyin sizin için çok geç kalmış olduğunu fark ettiğiniz andır. Küçük kazalar ve sıyrıkları “ne alaka” deyip savuşturduğunuz vakitler aslında size bir çağrıdır. “Dur! daha fazla gitme” der ama nafile…
Ve büyük kaza kaçınılmazdır.
Toss!! Çarptınız işte.
Şu hikayede elinde içinde dökmemesi gereken bir sıvı olan kaşıkla padişaha bahçesindeki en güzel gülü götürmeye giden adam gibi sırasıyla karşısına çıkan her güzelliğe “a bir sonraki daha iyiymiş” hevesiyle ilerleyip en sonunda kuru bir dala tamah etmek zorunda kalanlardanız.
Evrilen siz, harcadığınız gülleri kafaya takmamanız gerektiğini ve artık olanla yetinmeyi anlamanız için size o kuru sap parçasını bir bahar dalı gibi gösterir. Tabii sap da çok mutlu. Siz onu alıp sarayınıza götürün diye girmediği kılık kalmaz haliyle. Gözünüz bir seraba düşüp cennet bahçesinde hissettirir size kendinizi. Süsler, bezer, çizer, su verirsiniz, evrildiğiniz yeni siz tamah etmeniz için gereken tüm enerjiyi ona vermenizi söyler durur çünkü.
Ve alırsınız o kuru sapı yıllardır sakladığınız hazinelerle dolu sarayınıza. Ekersiniz en güzel toprağınıza, sevme içgüdünüze… Emek verirsiniz, sularsınız, konuşursunuz, anlatırsınız, güneş verirsiniz, öpersiniz…
Olmaz. Sap, bir türlü yeşillenmez, döktüğünüz hiçbir şeyi almaz içine. Tabiatına terstir çünkü. Ama içinizdeki evrilmiş size daha çok daha çok der. Bir daha bir daha denersiniz. Artık sizin de suyunuz, gülüşünüz, sevginiz bitmiştir.
Kalbiniz erimiştir.
İşte tam o anda başlar kavga. O kuru sap olur size karanlıklar ormanı. Söver de söver içinizdeki evrilmişe. Ordan oraya savurur, kapıya atar, yüzünüze çarpar onu yeşertebilmek adına verdiğiniz tüm açıklarınızı…
Bazıları bunun bir ceza olduğunu kabul edip tüm bu işkenceye katlanması gerektiğini kanıksayarak su vermeye devam eder bu canavarlara. İşte bunlar evrilmiş olanlardır.
Bazıları ise şanslıdır. İçinde hala iyiyi diri tutabilmiş olanlar… Onlar vazgeçer kuru daldan. Ona katabileceği bir şey olmayıp hatta artık ondan götürdüğünü fark ederler. Çok zordur başa dönmek belki evet ama başa dönmek kimin umurunda ki…
Ben arife günü babaannemin mezarını çapalamaya gelen amcanın sesime doğru gelip yüzüme bakmadığını ve aslında kör olduğunu fark edip; gerçeğin, kanaat etmenin, azla yetinmenin, şükretmenin ne demek olduğunu gözlerime, ciğerime dolan o su kütlesinin hücumuyla anladım…
Her ne kadar içimdeki kanaatkârı bulmam için çok büyük bir kaza yaşamama sebep olsa da;
Ben içimdeki iyiyi kaybetmeyenlerdenim.
Kanaat edip, tamah etmeyenlerdenim.
Şanslıyım.
29/05/2020
İstanbul
Her cümlede insan kendinden bir parça bulabiliyor. Tebrik ederim sizi. Yüreğinize sağlık ??
???
Harikasınız ?
???