Paul Gauguin, 1800’lerin Avrupa kültüründen tatmin olmayınca kendi amaçları doğrultusunda onunla bağını koparmış bir Fransız ressamdır. Soyu anne tarafından Peru’ya dayanan Gauguin’i (annesi nüfuzlu Tristan ailesinden gelen Aline Maria Chazal idi) egzotik kültürler her zaman cezbetmiştir.
İlk yıllarını Paris’te geçirir. Genç bir delikanlıyken annesiyle birlikte Peru’nun başkenti Lima’da dört yıl kalıp ilk dili olarak gördüğü İspanyolcayı öğrenir ve daha sonra yetişkinlik yıllarında da bu dili konuşmayı tercih eder. 1865’te Fransa’ya geri döndüğünde önce deniz ticaret filosunda kılavuz yardımcılığı yapar, sonra da donanma görevlisi olarak çalışıp yurt dışına yolculuklara çıkar.
Borsacılık ve ticaret işlerinden de nasibini aldıktan sonra resmi bir hobi olarak görmeyi bırakır,kendini ifade etme ve geçim sağlama aracı olarak görmeye başlar. Ailesiyle bağlarını koparıp Avrupa’yı terk eder.
Kaçmak
Gauguin donanmadaki görevinden ayrılıp Paris’e döndüğünde Danimarkalı Mette-Sophie Gad ile evlendi. Gauguin henüz daha çocukken babasını yitirdiği için hamisi zengin bir İspanyol sermayedar ve sanat koleksiyoncusuydu ve Gauguin’e borsacılık işi ayarlamıştı.
Ne var ki 1882’de borsa batınca Gauguin 1873’ten beri kendini dinlendirmek için yapmaya başladığı resme bütün zamanını verdi. Beş çocuklu Gauguin ailesi mali ve duygusal sıkıntılar yaşayınca annenin öğretmenlik işi bulabileceği Danimarka’ya taşınmak zorunda kaldılar.
Gauguin’in mutsuzluğu giderek büyüdü ve ailesinin onu resim yapmaktan vazgeçirmeye çalıştığını düşünmeye başladı. Aynı yıl ailesini geride bırakarak Paris’e döndü.
Teselli Arayışı
Gauguin, Paris sanat camiasında yer edinmek için kalben ve fiilen mücadele verdi. Resimlerinin ucuza gitmesi başına mali sıkıntılar açtı ve şahsi resim koleksiyonunun çoğunu satmak zorunda kaldı. Üstelik evliliği de yolunda gitmiyor ve ailesinden pek destek alamıyordu. İsyankarlığı arttıkça bunalımı da derinleşti ve Avrupa’nın toplumsal etkisinden uzakta saf ilhamların peşine düşmek için 1880’lerin sonlarında Brittany, Panama ve Martinique gibi yerlere seyahate çıktı. Martinique’te Gauguin yerlilerin arasında bir kulübede ressam Charles Laval ile kalarak ilkel yaşam tarzını özümsedi. Lakin humma ve dizanteriye yakalanınca Fransa’ya dönmek zorunda kaldı.
Brittany’deki bir sanat camiası olan Pont-Aven’e dönüp kültürel eğilimlerine dayanarak kendini geliştirdi. O zamanlar Pont-Aven camiası, Japon estetiğine ve üslubuna çok büyük bir ilgi gösteriyor ve bu kültürden etkileniyordu. Zamanın modasına uygun izlenimci resimlerin imgelem dünyasından çok farklı bir dünya yaratmak için tahta baskılar yapılıyordu. Japon tahta baskılarının geniş ve düz yüzeylerini, perspektiften yoksun şekiller ve çizgilerle canlı renkler dolduruyordu. Dostu Pontaveniste Emile Bernard ile birlikte Gauguin, Japon üslubunu geliştirerek bir senteze ulaştı ve kendisi bu sentezi “sentetik sembolizm”diye adlandırdı. Sentezcilik, resimde kalın çizgileri, canlı renkleri ve formları vurguluyordu ve bu özelliklerin birleşerek duygu ve anlamı kompozisyona katmasını yüceltiyordu.
Tahiti’de Cenneti Aramak
1891’de Gauguin kendini Fransa ortamından azade etme umuduyla Tahiti’nin Papeete kendine gitti, fakat oradaki Fransız sömürgesi onun egzotik cennet algısına gölge düşürdü. Yine de Gauguin, kendini Batılılardan farklı görüp Tahiti yerlilerine hayran kaldı. Model olarak kullandığı Tahitili genç kızlarla aslında cinsel ilişkiye girdiği söylentisi ortaya çıkınca bir skandal patlak verdi. Ayrıca Tahiti’deki deneyimlerini mistik bir dille anlattığı oradaki yaşamına dair (Noa Noa adlı) bir kitap yazıp yayımlattığı da söylenmektedir.
Bu söylentiyi bir kenara koyarsak Tahiti’de geçirdiği zaman sanatsal üretim açısından bir hayli başarılıydı. Yaptığı resimlerin çoğuna Reo Ma’ohi yerli dilinden isimler buluyor, ilkel heykeller ve ahşap oymalarla uğraşıyordu. 1893’te eserlerinden cesaret alarak Paris’e döndü ve tek kişilik bir sergi açtı.Ne var ki Fransız toplumu Gauguin’in gösterişli, eksantrik üslubuna kaba buldu ve beğenmedi. Esasında Gauguin’in çalışmalarının hakiki değeri ancak ölümünden sonra anlaşılabildi.
Gauguin 1895’te Fransa’dan temelli ayrılarak Tahiti’ye geri döndü. Sadece eski ülkesini değil, ayrıca sanat kariyerini de arkasında bırakmıştı. Pazar günleri ve bayramlarda “kafa dağıtmak için yapmak dışında” resme elveda dedi. Nitekim 1900’den sonrasına ait bir resmine rastlanmamıştır. Bununla beraber yaratıcılığını heykele kanalize etmeyi sürdürdü. Yapıtlarının temaları giderek karanlıklaştı ve uygar toplumla ilkel saflığı karşı karşıya getirdi. Kafasındaki fikirler ölümcül bir hal alınca arsenik içerek intihara teşebbüs etti. Bu olaydan sonra hayatı nispeten dinginleşti ve kendi değişini çıkardı: Le Sourire: Journal mechant.
Gauguin bir kez daha Batı dünyasından uzakta teselliyi bulmak için 1901’de Markiz Adaları’ndan Havi Oa adasına göç etti. Burası Papeete kadar sömürgeleştirilmemişti. Sağlığı kötüye gidiyordu ve otoritelerle çatışması hapis ve para cezası almasına sebep oldu. Ne var ki hiç hapse girmedi, çünkü mahkumiyetinin başlamasından önce kırk dört yaşında frengiden öldü.
Mirası
Gauguin Batı dünyasına soğuk baksa da zamanının çok sayıda önemli sanatçısıyla işbirliği yapmıştır. Canlı renkler ve desenler kullanması Avrupa’da yeni bir şeydi ve izlenimcilikten post-izlenimciliğe geçişin yolunu açtı ve dolayısıyla modern sanat çağını başlattı. İlham verdiği ressamlar arasında Henri Matisse, Andre Derain, Vincent van Gogh, Pablo Picasso ve Georges Braque vardı. Kendisi yaşarken değeri bilinmemiş olsa da günümüzde bir usta olarak anılmaktadır.