Godot’yu beklerken Samuel Becket’in belki de en bilinen yapıtı. Issızlığın ortasında Godot adında birini bekledikleri dışında bir şey bilmeyen iki kişinin, bitmez bekleyişlerinin öyküsü. Absürd tiyatronun en bilinen örneklerinden olan oyunun absürdlüğü anlamsızlığından değil bir çok anlamı iç içe taşımasından kaynaklanıyordur belki de. Oyun bir çok anlama gebedir ama nerdeyse her sahne bir öncekinde doğmak üzere olan anlamı boğar. Oyunun ana karakterleri, iki bekleyeni Vladimr ve Estragon karakterlerinin hangi zamandan çıkıp geldikleri bile meçhuldür. Hacivat ve Karagöz ikilisi misali bir çok ikiliyi hatırlatırlar. Eserin beyaz perde uyarlamaları da var, bu yazı için 2001 yılı yapımı Micheal Lindsay-Hogg yönetimindeki yapımdan yararlandım. Vladimir ve Estragon’u canlandıran Barry McGovern ve John Murphy bu rolü tiyatroda da canlandırmış olan tiyatro oyuncuları. Film baştan aşağı bir tiyatro estetiğine sahip.
Becket, eseri ikinci dünya savaşının ertesinde 1948’de Fransızca olarak kaleme aldı. Becket için anadilini bırakmak ve Fransızca içinden yazmak kendi seyimiyle yazabilmesini olanaklı hale getirmişti. Yapıtın tamamına yayılmış çaresizlik ve boşunalık duyguları belki de savaş ertesinde hissedilen atmosferle yakından ilişkilidir ve şimdi debenim böyle bir yazıyı kaleme almam da şimdi etrafımızı sarmış olan bir çok caresizlik ve boşunalık duygusu ile yakından ilişkili. Bu yazı alışılageldiği gibi eseri psikanalitik bilgi ışığında irdelemekten öte hissettiğim duyguları izleme isteği ile başladı. Belki çaresizlik, belki de öfke beni bir başka çaresiz kıvranışı hatırlamaya itti; Althuser’in “Gelecek uzun sürer” metni. Zamansızlık, ya da sozsuz azap, yitik gelecek, ruhsal oyuklarda yiten geçmiş, hatırlama çabası ve suçluluk kelimeleri Althuser’in hazin metninin ilk çağrışımlarıydı bende ve aynı zamanlarda okumuş olmamama rağmen bir şekilde bu metin bu yazı sırasında zihnimi nir kez daha meşgul etti ve dönüp bir kez daha baktım bu hazin metne.
“Yapılacak bir şey yok”; Ne acımasız cümleydi bu. Yapıtın başından sonuna kulaklarımızdan içeri boca edilen bu replik ruhumuzdaki gedikleri gösterip duruyor bize. Zamanın dışına düşmüş, bir boşlukta sıkışmış, mekanları yitik Vladimir ve Estragon’u seyrederken hissettiklerimi bir çırpıda özetliyordu bu cümle; “yapılacak bir şey yok”. Belki de işte bu yazının kendisi sık sık hissettiğimiz bir şey yapmalı diye kabaran bir haykırışların bu ruhsal gediklerde her gün nasıl yitip gittiğinin temsili. İkinci dünya savaşının tüm acımasızlığını sergilediği bir dönemde kendi ana dilinden kopan, ve ancak bir başka dilde tekrar yazabilecek hale gelen Becket’in bizi davet ettiği ve sonuna dek bizleri kendi gerilimlerimizle yüzleşmeye zorladığı bir söz dizisi bu. Ve yapılacak bir şey yok. Vladimirin dediği gibi belki de Eyfel kulesinin tepesinden atlamalıydılar vakti zamanında ama artık bu iki çulsuzun bedeni bir ağaç dalına bile fazla gelecektir. Bu cılız dallar kendilerini asmak isteyen bu iki çulsuzun bedenini tartar mıydı? Ezilen, horlanan bu iki mekansızın bel bağladığı acımasız bir umudun adıydı Godot. Tıpkı Estragon’un havuç hevesi gibi biraz yedikten sonra artık kekremsi bir his bırakan bir umut. Öyle diyor du Estragon, “birkaç ısırıktan sonra bunun tadı çok kötüleşiyor”. Her sabah bu ikiliyi ora getiren ve her akşam geri gönderen büyük bir çaresizliğin adıydı Godot’nun unutulmuş kurtarılma vaadi. Belki de bilindik bir diyalektiktir. Eğer Sopa ve havuç arasında sıkıştıysanız “yapılacak bir şey yoktur”. Gündüz havuç peşinde olsanız da gece girdiğiniz hendekte dayağınızı yersiniz. Valdimir, Estragon’a “bu gece de dövdüler mi seni?” diye sorar ve ekler “her zamanki gibiy miydi?” diye sorar. Havuç ile sopa seçenekleri arasında sıkıştığımızda aslında hangisini alıyorsak sıranın diğerinde olduğunu biliriz ve Estragon gibi bir kaç ısırık sonra havucun bir tadı kalmaz, ama işte yine “yapılacak bir şey yok” ile “bu böyle gitmez, bir şey yapmalı” hisleri el ele, kol kola vermiş karşımızda duruyorlar. Valdimir de farkındadır ve hiç çekinmeden ekler “bir insanın dayanabileceğinden çok fazlası bu, ya da bir insanın hak ettiği bu olmamalı”.
Gerçeklik ve İnkar;
Böyle bir arafta nasıl kalınır? Gerçekler acıdır, sanırım iki türlü inkardan başka yol yok, ya yaşamın kendisini, kendi yaşam hakkını inkarla özkıyıma sürüklenen bir yol ya da gerçeğin ne olduğunun hatırlanmadığı tuhaf bir ruhsal yarığın çevresine yerleşmek. Gerçeğe dair her türlü dayatmanın hızla kaybolacağı bir yarık, belki inkardan da beteri bu yarıktan yükselecek hiçbir gerçeklik, bu unutkan bilinçlerin anlam dünyasına giremeyecekler. Konuşmalar daha başlarken anlama dair her kırıntı absürd olanın, saçma olanın kucağına yuvarlanacaklar, her şeyin hiç birşey olduğu tuhaf bir yarıktır bu. Bilincin lağıv edildiği ve hatta inkar edildiği bir cehennem çukurunun kenarına kurulmuş bir yokluk sahnesi. Nasıl bir kara-delikten ışık dahi kaçamıyorsa, bu yarıktan da hiçbir nurlu söz kaçamaz, ister İncil’den olsun ister başka bir kitaptan, her öğüt, her şifa daha başlamadan absürdleşir, silikleşir.
Belirsizlik
“Her olumsuzlama bir belirlemedir” diyordu Spinoza, Hegel, “her belirleme de bir olumsuzlamadır” diye ekledi. Vladimir ve Estragon’un tutulduğu kör talihin acımasızlığı olumsuzluğundan kaynaklanmıyor, tam aksine olumsuzlanamamasından kaynaklanıyor. Sürekli dönüp duran ve anlama dair herşeyi talana uğratan bir biçer döver gibi bu kör talih. Godot gelecek, gelecek, bekle, bir gün gelecek ve kurtaracak. “Peki ya beklemezsek?” diyor Estragon, cezanın ne olacağından emin olmasalar bile cezalardan ceza beğenmek gerekecektir belli. Öyleyse her şeye anlam kazandırmak üzere beklenen Godot, zaten kendisi olumsuzlanamadığı ve belirlenemediği için belirsizliğin ve anlamsızlığın ana kaynağıdır . Cehennem çukurunun başında cenneteten gelecek bir ses beklemek gibi nafile bir çabadır bu. Oyunun her yanından taşan kutsal metin taslakları aslında bize Godot üzerine düşünmek için bir fırsat daha da sunuyor zaten “God” bu isimin içinde gizlenmiş ya da aşikar edilmiş durumda. Bu dünyaya anlam getirmesi istenilen tanrı tüm vahşiliğin olanca çirkinliğiyle yeryüzüne hakim olmasına izin vermişti, ve gel yakarışlarına kulaklarını mı tıkamıştı? İkinci dünya savaşının eşiğinde durduğunda bunu bu denli yıkıcı algılamak doğaldır elbette peki ya şimdi? Şimdi işlerin daha farklı olduğunu söylemek mümkün mü? Tanrının yerine anlamı bize sunacağını düşündüğünüz neyi koyarsanız koyun, sahne bu haliyle tüm ütopik söylemleri yıkıp geçecektir. Yalnızca tanrı ya da vatan, devlet gibi kavramlar değil, sol düşlemler, eşitlik, adalet gibi kavramlar da bir gün gelecek olan mutlak kavramlar olarak görüldüğünde ve dualarla beklenen bir kehanete dönüştüğünde, anlamsızlık yer yüzünde ve ruhlarımızın her köşesinde sürüp gidecektir. Her şey belirsiz boş soyutlamalara kapanacaktır. İki hırsızdan birisi diyordu Vladimir, kurtulmuş muydu? Ya da neyden kurtulacaktı? Ütopik gelecek bir zorunluluk gibi algılandığında, yanı başında kamp kurduğumuz, anlamı yutan bu cehennem çukuru da bir zorunluluk olarak doğacak ve her tür gerçekçilik absürdün efsunuyla dağılıp yitecektir. Hiçbirşey olumsuzlanabilecek kadar kalmayacaktır. Post modern dünyanın yazgısı buydu ve belki bu akımın ilk habercilerindendi Godot, “bekleyin, bekleyin ve görün, yapacak bir şey yok”.
Düşünen Köle
Pozzo ve Lucky yani şanslı ikilisinin sahneye dahil oluşu ilginçtir. Pozzo efendidir, Lucky ise köle. Vladimir ve Estragon ikilisi ile karşılaşırlar, artık yeni bir ikili daha vardır sahnede. Çıkmış kamburuyla nefes nefese dahil olur sahneye Lucky ve peşinde efendisi. Zalimliği her yerinden okunur Pozzo’nun, en çok da Lucky’nin boynundaki yaradan. Pozzo lucky’i boynunda bağlı olan tasma benzeri bir iple kontrol etmektedir. Efendi bu ipi ne zaman ele geçirdi, bilinmez ama ip efendinin elindedir ve önemli olan da budur. Şanslı’nın bazı yetileri de vardır, dans eder, şarkı söyler ve düşünür. Bir düşünmeye başladımı varlığından emin olunanlar bile şüpheye düşer, tüm laf yığını gibi görünen sözcük tümcesi uhrevi herşeyi sorguluyor gibidir ama kimse bunlara tahammül edecek durumda değildir, bu düşünme ancak alayı sağlayacak, efendiyi eyleyecek bir düşüncedir. Çünkü ipler Pozzo’nun elindedir. Düşün diyince düşünen kişi ne kadar aykırı konuşursa konuşşun, düşünme diyince susuyorsa bu eğlencedir. Aklını efendisine emanet etmiş her zihin Lucky’nin kendisidir. Bunun güncellenmiş versiyonları sürekli ekranları kaplıyor, şarkı söylüyor, komik danslar ediyor ve eğlencelik düşünceler sunuyor, derdi bir gün efendisi gibi olmak kim bilir belki böyle bir derdi de yok.
Çaresizli ve Umut
Her yere sinen çaresizlik ve vazgeçilmeyen umut Sisyphos’u hatırlatıyor bana. Bir kayayı tepeye kadar yuvarlamakla ve tam başarcağı sıra kayanın aşağı yuvarlanmasıyla ve bu döngünün sonsuza dek tekrar etmesiyle lanetlenmiştir Syshphos. Syshpos’un laneti umuttur ama tüm bunlara rağmen Camus’a göre Sysphos’u mutlu tahayyül etmeliydi belki de birileri. Vladimir ve Estragon’un sahip olduğu umudu pazara satılmaya götürülen Lucky, çoktan yitirmişti. Uzun beyaz saçlarından da, düşüncesinden de, dansında da insansı bir zerre bulmak mümkün değildi. Vladimir ve Estragon ise bu cehennem çukurunun kenarında tutundukları boş umutla hala insandılar. Çaresizliklerini yükledikleri bu acımasız umut onları ne kadar taşır bilinmez? Tıpkı bedenlerini asmak istedikleri ağaç dalları gibi. Hangisi daha hafif ti sahiden? Umut mu çaresizlik mi? Kendini tartamayan bu kurumuş ağacın dalına hangisi daha önce asılmalı, hafif olan mı? Ağır olan mı? Estragon mu? Vladimir mi? Aslında Vladimir birinci perde de sırrı çözmüştür belki de, “itiraz etmek gerek, zulme itiraz etmek gerek” der. Ama yardım etmeye çalıştığı bu köle, arkadaşını, Estragon’u tekmelediğinde kimin yanında olmalıydı? Lucky kurtulmak istemiyorsa ne yapmalı? Kitleler kendilerine rağmen mi kurtarılmalı? Kimi neyden özgürleştirmeli? Ellerindeki tek özgürlükleri Godot’a bağlılıklarıyken, Lucky’nin Pozzo’ya itaatini mi sorgulamalı? Belki de yol yakınken Eyfel’in tepesinden atlamak gerekirdi ama yapacak bir şey yok hem de hiçbir şey yok.
Vladimir’in birinci perdedeki Pozzo’ya itirazı Pozzo’ya özentisi içinde biter. Tıpkı onun gibi Lucky’e dilediğini yaptırabilmenin hayranlığıyla, şarkı da söyletir, düşündürür de. Oysa ikinci perde de tekrar farkeder, nasıl tahammül edebilmişti tüm bu zalimliğe? Şahit olduklarına nasıl itiraz etmemişti? Vladimirle beraber aynı acıyı duyumsamamak çok güçtür, belki de bu yüzyılın insanının talihidir bu. Nasıl dayanmıştık yanı başımızdaki zülme?
İster doğduğumuz ev olsun, isterse coğrafyanın kendisi olsun, nasıl dayanabilmiştik tüm olup bitenlere? “Adalet mülkün temelidir” yazıyordu en adil kurumun duvarlarında oysa işte adaletsizliğin temsili, mülk sahibi Pozzo’nun arazisindeydi bu iki çulsuz. Pozzo’nun varlığı bile herşeyi açık etmeye yetmiyor mu? Öyleyse “mülküyettir adaletsizliğin temeli” demeliyiz ama işte yine de tekrar tekrar yapacak bir şey yok , ve yine de bir şey yapmalı?
Efendi – Köle
Hegel, iki insanın öylesine bir araya gelemeyeceğini, aralarında tanınma adına ölesiye bir mücadele olacağını söyler. Üstün gelen efendidir artık, malup olmuş olan ise köle. Efendi, köleyi alt etmiştir, ancak artık hür bir insan tarafından değil yalnızca bir köle tarafından tanınmaktadır. Hegel, efendinin doğa üzerindeki etkisini kaybettiğini doğayla tek dolayımının artık köle olduğunu ve ondan öteye varamayacağını söyler. Oysa eli toprakta olan, kasları işleyen, doğayı dönüştüren ve devinidren köledir. Kendini emeğiyle ayırsama ve tanıma şansı yalnızca ondadır.
İkinci perdede Pozza kör, Lucky dilsizdir. Kör olmuş efendi, güçten düşmüş, erkini yitirmiş baba değil midir? O kör olsa da efendisine yine deurganını teslim eden kölenin dilsizliği kendi utancından değil midir? Bilmez miyiz ki hepimiz boyun eğdik, eğdirildik ve daha da kötüsü çoğu kez gönüllü eğdik. Bilsek de hatırlamak ya da yüzleşmek kolay mıdır?
Valdimir, Pozzo’ya sorar; “ne zaman oldu tüm bunlar?” Pozzo öfkeyle yanıt verir “yetmedi mi bana zamanla yaptığın işkence, yetmedi mi?”. Vladimir sorusu önemlidir. Sahi ne zaman oldu tüm bunlar? Ne ara gelip doldu tüm bu kötülükler benim yaşamıma, hatta benle yaşamım sandığım şeyin arasına? Ne de çabuk gelip doluştular?
Yalnızca bireysel alan değil, toplumsal alan içinde aynı şaşkınlığı taşımamız doğaldır. Nerden geldi bu mülteciler? Niye boğuluyorlar onar beşer? Niye genç ölüyor bu coğrafyanın garibanı? Niye roket yağıyor rahmet yerine memleketimin başına? Yok işte yapacak bir şey. Ama beklemeli, doğru zamanı kollamalı ya da öldürmeli toptan tüm zamanı? Valdimir, zamanı öldürecek birşey bulduğunda keyiflenir, her ne olursa olsun öldürsün de zamanı yeter. Zaman algısı oyun boyunca çoğu kez bilinçli olarak bozulur. Her şey birden oluverir bu oyunda, birden kavuşurlar, ay birden yükselir; Estragon’un uykusu 5 saniyedir; 5 saniye de yalnızlıktan sıkılır Vladimir; 5 saniye de unutulur herşey. Oyunda zamanın kendisi zamansızlık algısını tetikler.
Özgür İrade
Hafızası daha güçlü olan Vladimir sorar, “gidelim mi diye?”. Estragon yanıtlar “gidemeyiz, senin şeyi bekliyoruz” diye, hemen hatırlayıverir Godot’yu ve giderse gelecek olan kestirilmez cezayı. Her gece ikilinin yanına bir çocuk gelir ve Godot’dan haber getirir. Vladimir gelen küçük çocuğa sorar “Godot seni dövüyor mu?” Godot, onu dövmese de kardeşini dövüyordur. İyi de dayak yiyen kardeşinin acısına şahitlik yapmak ne zor yazgıdır. Vladimir, belki de kendi çocukluğuna bakmaktadır karşısında. Oyunun başında Estragon’un her zamanki gibi dayak yemiş olmasına içerler, Pozzo’nun Lucky’e yaptıklarına kızar, kardeşlerinin yani diğer insan oğlunun başına tüm gelenlere sessizliğine hayıflanır. Gözlerinden tanır, belki de titreyen sesinden, bu çocuk kendisidir. Godot kim bilir merhameti için beklenen değildir yalnızca, kinle, öfkeyle beklenendir. Hesap sorulmak için beklenendir. Yazarın kendi dilini kaybetmiş olması ya da kendini başka bir dilde bulmuş olması ile Lucky’nin dilsizliği arasında bir bağ kurulabilir belki de? Bunca yıkımdan geçmiş, komşusunun kanına susamış, sistematik olarak yüzbinlerin öldürüldüğü ikinci dünya savaşı sırasında hissedilen dilsizliktir bu. Suçlu bile hissetmenin yasaklandığı bir dilsizliktir belki? Peki ya bizi dilsizliğimiz, coğrafya kaderse eğer hangi şahitliğin utancıyla anlamalıyız boğazlarımızda düğümlenen sesimizi.
Kapitalist düzenin sonunu düşünmek bu dünyanın sonunu düşünmekten daha zordur. Kapitalist düzenin sağlamlığı ile ilgili değildir bu. Sömürünün zorunlu olduğu ya da insanın insanın kurduğu olduğu fikriyle de ilgili değil kanımca bu çaresizlik? Bu zaten düşünememenin, düşleyememenin doğal sonucudur. Çoğumuz aynada boyunlarını inclese Lucky’ninki gibi ağır ya da hafif ama oldukça benzer ip/yular yaraların izlerini görecektir kendi boyunlarında. Pozzo misali körleşmiş olanların ya da vicdanları yanı başında durdukları cehennem çukurunun dehşetiyle körelmiş olanların bu incelemeyi yapma şansları çoktan yitmiştir. Eğer kutsalın diliyle yazılsaydı, bu talihsiz kitle için şöyle yazılırdı; “kuşkusuz ki onlar anlamı kendi ruhunun dışında arayanlardır, sanırlar ki eksik olan dışardadır”…
Vladimir ve Estragon tüm kurtuluşlarını kendi dışlarındaki birine bağladılar, bu kolay başarılır bir şey değil. geleceği böylesine sabitlemek için geçmişi unutmak şimdiyiyse öldürmek gerekir. Geçmişin her zerresi geleceği çağırır, bügünün her duyumu geçmişe götürür, bugünden başlayıp birlikte geçmişe doğru hatırlayarak gitmek aslında psikanalitik yolculuğun kendisidir. Psikanaliz için geçmişten rastgele başlamak deli işidir, kişinin bugün niye geldiğiyle başlar yolculuk, şifreli bir mesaj olarak hastayla bizim aramıza konmuş olan semptomla başlar. Bugünü unutmadan, bugünü aklıda tutarak geçmişi hatırlamak anlama götürür ve gelecek ancak böyle gelir. Yani bugün olanlara sırtını dönmek geleceği yitirmek anlamına gelir, geçmişi silip bugünden başlamak geleceği yitirmek anlamına gelir. Geleceği olmayan herşey ölüdür. Ya da geçmişi olmayan herşey ölüdür. Analitik çalışma yalnızca geçmişin konuşulduğu bir yer değil geleceğin duyumsandığı da bir yerdir. Diyalektik bir tarih okuması da böyledir? Geçmişte keyfi bir tarihten, ya da en eskiden başlanarak değil bugün görünenden başlanır eşmeye. Ve geçmiş açığa çıktıkça hareketin yazgısı anlaşılır ve gelecek ile ilgili bir kestirme de bulunulabilir. Kestirilen şeyin gerçekten olacak olduğunu sanmak ancak falcılara mahsustur oysa ister terapstist isterse diyalektik tarihçi geleceğin çoklu durumunu bilir ama algılanamaz kılmak yerine, çokluğu belirsiz bırakmak yerine gelecekte konumlanabilir. Ve oradan da bakabilir. Marx için komünist gelecek ütopik bir zorunluluk değildir, bir gün mutlaka gelecek olan yazgı değildir, ancak oraya konumlandığınızda kapitalizm tüm dehşetiyle karşınızdadır. Herşey yeniden soyutlanmalıdır.
Örneğin Kut’ül Amate zaferini bugün kutlamaya başlamamızı anlamak için 1916’dan başlayamayız, 2016 dan başlamak ve dün sakındığımız bugün dahil olduğumuz ortadoğuya dahil oluşumuzu unutmamak gerekir,
Ve gelecek uzun sürer, Althuser yaşamını Vladimir ve Estragona benzer şekilde bir cehennem çukurunun yanı başında harcamıştır ve onun çifte biyografisinin adıdır “gelecek uzun sürer”. Kitapta iki biyografi bulunur;1985 de kaleme aldığı ilk parça ve 1975 de kaleme aldığı ikinci parça. Ve tam ortasına dehşetli yazgısı düşmüştür bu iki biyografinin. 1980 yılında karısını öldürür ve sonrasında tımarhaneye kapatılır. Althuser’in tüm çabası hatırlamak üzerinedir. Yargılanma ve suçlu bulunma hakkı da elinden alındığından hatırlamak tek çaredir ve kendi acısının izlerini sürer metin boyunca. Bu durumu daha önce iz sürüşüyle yan yana getirir. Dehşetin izleri heryerdedir. Annesinin yumuşak huyluluğunda, babasının gözü açıklığında, cezayirde eziyet ettiği çocuklarda, dedesinin köyünde. Zaman kendi içine kıvrılmalıdır. Söylenen her söz, hatırlanan her anı bugünle ilişkilenmelidir. Geçmiş geçmişte kalamaz. Bilinçdışında çizgisel bir zaman algısı yoksa eğer, blinçte yaratılan çizgisel zaman ancak kurgusal olmalıdır ve işlevi unutmak içindir. Oysa unutulan geçmiş değildir, gelecektir. İster bağlanma paterni diyin, ,ister şema, isterse bilinçdışı diyin, lineer dizge de geçmişe itilmiş olan aslında tüm vahşetiyle, tüm hunharlığıyla ruhumuzun her katmanında işlemektedir. Bildiğimizi bilmediğimiz, unutulmuş gerçek tam da tüm edimlerimizdedir. Sevgimizde, şehvetimizde, düşmanlığımızda ve elbette unutkanlığımızda ve hiç kuşkusuz anlamdan kopuşumuzda. Saçma olan herşey az önce lineer çizgide cehennemin dibini boylamış olan kayıp anlama dair olandır.
Vladimir hatırlamaya Estragon’dan daha yakındır ama her karşıtlıkta zorlanır, kelimeleri unutur, Estragon unutkanlıkta daha mahir olsa da şairdir, yaprakları görmese bile baharı tahmin eder. Ve Estragon’un oyunda yanlış söylediği sözler “umudun kalbi hastalandıracağına” dair alıntı bir incil alıntısıdır ve hayat ağacına vurgu ile devam eder. Ernst Bloch’un ateist İncil okuması refere alınırsa, fakirlerin kutsandığı, şefkatin ve merhametin vurgulandığı bir paragraftır da bu.
Ve eğer Althuser’in acı öyküsünün ilhamı ile okumaya devam edersek efendiler, babalar, köleler, oğullar ve kardeşler sahnededir ama kadın yoktur. Öyleyse yeni sorular sorulmalıdır; ne olmuştur?. Kadın nasıl sahneden çıkmıştır. Nerede öldürülmüştür. Erkeğin sahnesinde, iktidarın hırsında, boyun eğdiriciliğin vahşetinde kadınsı olana yer yoktur belki de. Herbirimiz bir erkek ve kadının birleşmesinden doğdu, ve herbirimiz hem kadın hem erkek, direnmek için, ya da hatırlamak için kadın olana gereksinim ortadadır. Sürüldüğün memeyi, ayrı düştüğün sıcaklığı hatırlamak kendindle yüzleşmeden mümkün mü? Hareket ederek bir şey yapmak ve yapmamak arasında yalpalayarak varılacak bir yer yoktur.
Ve yapılacak bir şey yoktur, işte yinede bir şey yapmalı, belki artık ayrılmalıyız diyorlardı, ya da beraber devam etmeliyiz, ama illaki beraber hatırlamalıyız, bugünü unutmadan, bugünden kopmadan, gelecek olana dair sezgimizi yitirmeden, öylece ortaya atılarak, bir buldum hissiyle değil, bulduğun herşeyi yitirmek pahasına hatırlamalıyız. Yalnızca suçluluğumuzu değil, çukurun kenarında körelmiş vicdanımızı da hatırlamalıyız. Antigonenin kararlılığını gösterip ölmemenin bir yolunu bulmalıyız.
Gelecek uzun sürer evet, düşünmek gerek, kendini unutmadan, izlerini sürmek gerek belleğin, bugün olanlara sırtını dönmemek, gelecek iyilikler için zulme şahitlik yapmayı unutmamak, düğmelere basılınca düşünmeyi kesmemek gerek, utanca boğulmamak gerek, kimin utanması gerektiğini unutmamak gerek, sessizlikle dilini kaybetmemek gerek, boynundaki yaradan da vicdandaki sızıdan da utanmamak gerek, dilini kaybetmemek gerek.
Yazım Psikesinema Dergisinde de yayınlanmıştır.