Duyularımız olmasaydı hayat bizim için nasıl olurdu? Yaşadığımız bu hayat içerisinde varoluşun güzelliklerini görebilmemiz için gözlerimizi, çevremizdeki sesleri duyabilmemiz için kulaklarımızı, hem nefes alıp vermek hem de kokuları algılamak için burnumuzu, acı, atlı vb olarak nitelendirdiğimiz yiyecek ve içeceklerin tatlarını, gözle görünmeyen elle tutulmayan şeyleri duyu organlarımızla keşfetmemiz ne kadar kusursuz bir bütünlük sağlıyor.
Hiç düşündünüz mü? Ya bu duyu organlarımızdan biri veya bir kaçı olmadığını, artık bir bütün değil eksik olduğumuzu… Nasıl hissederdik veya ne yapardık… Yaşamak bizim için anlamsızlaşırmıydı, yoksa yaşamı anlamak için bir yanımız eksikte olsa keyif almaya mücadele edip tün zorlukların üstesinden mi gelmek isterdik.
İnternette farklı vokallerden farklı tarzlarda müzik dinlemek, hangi dilde söylenirse söylensin müziğin evrenselliği içerisinde benim hislerime dokunacak notalar, melodiler, sözlerle tanışmak isterken dünyaca ünlü olan, benim ise yeni keşfettiğim tenor Andrea Bocelli sesi ile tanıştım. Ed Sheeranla yapmış olduğu perfect symphony adlı besteyi birlikte düet yaparken dinledim. Dinledikçe dinlemelerim tekrar etti. Duygularıma hissettirdiği, yaşattıkları bu duygu için teşekkür ediyorum.
Sonrasında Andera Bocelli kimdir diye bir merakla araştırmak istedim. İtalya da doğan tenör, glokom hastalığından gözleri az görürken 12 yaşında futbol oynadığı sırada kafasını çarpıp beyin kanaması geçirmiş ve görme yetisini kaybetmiştir. Babası, oğlu henüz 6 yaşındayken müziğe ilgisi olduğunu fark edince oğlunu müzik okuluna göndermeye karar verir. Bu yaşlarda piyano çalmasını öğrenir. Bir çok müzik aletini kullanmasını öğrenir. 1992 yılında İtalyan rock yıldızı Zucchero’nun Luciana Pavarotti’ye demo parçası Miserere’ de eşlik etmesi için Andrea’yı ayarlamasıyla başladı. Dünya çapında ününe Con te Partiro “veda etme zamanı” adlı beste ile avrupanın birçok ülkesinde aylarca müzik listelerinin zirvesinde yer aldı…
Hayat, nasıl yaşamak istediğimizle alakalı. Sınırlarımızı zorlamadıkça neyi başarabileceğimizi asla bilemeyeceğiz.
Son olarak sınırlarını zorlayan, engellerine rağmen yaşama iz bırakan, halen adından söz ettiren örnek alınması gereken kişilerden bazılarının isimleriden ve engellerinden söz ederek bitiriyorum.
Aşık Veysel Şatıroğlu; Yakalandığı çiçek hastalığı nedeni ile görme duyusunu çok küçük yaşlarda kaybetmiş. Babası oyalansın diye aldığı bağlama ile avunurken okuduğu şiirler ve türkülerle gönlümüzde unutulmayacak bağ kuran halk ozanı.
Ludwing Van Beethoven; Doğuştan duyma yetisi olmamasına karşın kusursuz bestelere imza atmış, günümüzde bile bunu nasıl yaptığını tartışırken hayranlıkla dinlediğimiz eserlerle bizi başbaşa bırakmıştır.
Eşref Armağan; Doğuştan görme engelli olması onun mükemmel resimler yapmasına engel olmamış, belgesellere konu olmuş, bilim insanlarınca incelenmek istenmiştir.
Oscar Pistorius; Henüz 11 aylıkken bacaklarını kaybeden çita lakaplı atlet. Olimpiyatlarda koşan ilk engelli insan olmasının yanında 100, 200 ve 400 metrede dünya şampiyonluğu yaşamıştır.
Nazmiye Muratlı; Doğuştan bedensel engeli bulunan ve 25 yaşında başladığı halterde 2014 Dünya şampiyonasında altın madalya almış ve sonrasında dünya rekoru kırmış.
Helen Keller; Hem sağır, hem kör, hem dilsiz olarak yaşamış. Yaşamı boyunca yüzlerce kitap okumuş. Dokunarak, koklayarak, hissederek geçirdiği yıllarda 10 kitap yazmış başarılı bir insan.
Engel mi? Bir daha düşünün…