Vakti zamanında internette gezinirken her kadının okuması gereken kitaplar arasında görüp not ettiğim bir kitaptı Damızlık Kızın Öyküsü… Okuduğum yorumlar falan da çok iyiydi ve haliyle beklentim de oldukça yüksekti. Ama… Ama’sına gelince;
İlk önce bu yazarın okuduğum ilk kitabı olduğunu ve çok fazla da distopya (kötü tasvir edilmiş gelecek) türünde kitaplar okumadığımı, o tarz kitapları seviyorsanız kaçırmamanız gerektiğini de belirterek kitap hakkındaki yorumlarıma geçeyim. Aslında girişten de anlayacağınız üzere biraz olumsuz yorumlarım olacak ve bu da hiç işime gelmiyor açıkçası.
Kitabın konusu şöyle, olaylar Gilead adında hükümetinin yerine geçen totaliter bir yapı içinde geçiyor. Bir darbe ya da terörist saldırısı sonucu ABD hükümeti dağılmış; kendilerine Yakup’un Oğulları diyen bir grup yönetime el koymuş ve çok kısa bir zaman içinde her şey değişmiş. Özellikle kadınların hayatı tepetaklak olmuş, çünkü kadınların paralarına el konulmuş, çalışmaları yasaklanmış ve hatta sınıflandırılmışlar. En üst sınıfta “eşler” olarak tanımlanan kadınlar bulunuyor ve yüksek rütbeli erkeklerle evlenip, yalnızca mavi elbiseler giyiyorlar. Ev içi hizmetlerde kullanılan “Marthalar” , çocuk doğurma yaşını geçmiş ya da kısır olan kadınlardan oluşuyor ve yeşil giysiler giyiyorlar. Kırmızı uzun elbise giyenler ise damızlık kızlar. Yani çocuk yapma potansiyeli olan grubu temsil ediyorlar. Yüksek rütbeli erkeklere ait olan bu kadınların öncelikli görevi çocuk doğurmak. Damızlık kızları eğiten, kahverengi elbiseli kadınlara “teyze” deniyor ve teyzeler Gilead yönetimini içtenlikle destekliyor. Bunlardan herhangi biri olamayan kadınlar “koloni”lere katılıyorlar. Kısacası kadınlar özgürlüklerini tamamen kaybediyorlar ve kendi bedenleri hakkında dahi söz söyleyemiyorlar.
Darbeden önceki isimlerinin bile kullanılması yasak olan damızlık kızlar görevlendirildikleri evin sahibi olan adamın ismiyle çağrılıyorlar. Bu kitapta da “Fredinki” adında bir kızın öyküsünü okuyoruz. Sıklıkla geriye dönüşlere rastlıyoruz ve böylelikle darbeden önceki hayatlarının nasıl olduğuna dair fikirler de alıyoruz. Ama şahsen ben kitabı okurken konuşma çizgileri, tırnak işareti gibi noktalama işaretlerinin olmamasından kaynaklı cümleler arasında kayboldum. Bunu kim söyledi, konuşan kim, çoğu zaman cümleleri ve hatta paragrafları tekrar okumak zorunda kaldım. Zaten 100. Sayfaya geldiğimde hala bir şey anlayamamıştım orası da ayrı.
Evet, günümüzde, hatta ülkemizde özellikle kadına bakış açısından işlenilmesi gereken bir konusu var, fikir olarak korkunç ama yaşanılması muhtemel olayları içeriyor. Ama o kadar sayfa, o kadar depresif ve karışık ki sanki yüz sayfada anlatılsa daha vurucu olacakmış gibi geldi bana.
Benim ne haddimeyse koskoca Margaret Atwood’u eleştirmek… Ama ne yapayım tutamadım içimde 🙂 Olumlu olumsuz yorumlarımı yazdım, konusu itibariyle belki dikkatinizi çeker ve okursunuz. İyi okumalar…