Hep sevdik aslında…
Cep telefonunun olmadığı zamanda ev telefonundan birbirimizi arayıp “x mağazanın önünde buluşmak üzere” diyerek randevulaşığımız günleri hatırlıyor musunuz? Hatırlamayanlarınız illaki vardır. Yaşı yetmeyenler grubu diyoruz biz bu gruba:) Onları şöyle bir kenara alıyoruz ve bizler yani yaşı kemale erenler ile devam ediyoruz…
O mağazanın önünde kök salanlar ile randevuya geç kalanları bir analiz edersek bu sözleşmelerin sonunda hep birileri beklemeye alıştı birileri ise bekletilmeye…
Beklemeyi ve bekletilmeyi mecburen sevdik, zorundaydık… El mahkum başka seçenek yoktu. Cebimizde telefon yerine ancak evimize dönüş yol paramız vardı. Bazıları beklemeyi mecburen severken bazıları beklettiklerinin, ağaç olup meyve vermesini seyretmeyi sevdi.
Milletçe bu alışkanlıklarımız sonrasında şekil değiştirerek her şeyi ertelemeyi ve ötelemeyi öğretti bize.
Diyaloglar şu şekilde olmaya başladı;
-Baba ayakkabım çok eskidi yenisini alabilir miyiz? -Karneden sonra alırız.
-Anne, öğretmenimiz kurs parasını istedi… -Bayramdan sonra veririz.
-Bey, şu koltuk takımı çok eskidi yenisini alalım mı? -Yeni yıla alırız.
Hayatımızdaki hemen hemen her şeyi anında yapmama gibi bir hastalığımız var. Demir tavında dövülürdü ya da acele işe şeytan karışırdı. Seçimden sonra, ramazandan sonra, cumadan sonra, öğleden sonra, sömestirden sonra… Ölümüne erteliyoruz her şeyi. “Hocam Avrupa birliğine ne zaman gireceğiz? -Ben öldükten sonra” 🙂
Su parası, elektrik faturası hep son gün ödenirdi. Allahtan şimdi otomatik ödeme talimatları var da yırtıyoruz. O son günlerdeki kuyruklar kabusumuzdu bir dönem.
Yaş ilerledikçe karşıdakinden bir şeyler beklememeyi öğreniyordu insan. Her koyun kendi bacağından asılıyordu ya da kendi işini kendisi gören ensesi kalın denilsindi… Beklediğinin bir gün çıkıp gelmeyeceği ihtimaline karşılık bir savunma mekanizması olarak beklememeyi öğreniyordu insanoğlu, ya da beklemeyi her olasılığa karşı seviyordu.
Biz sevmeyi tercih ettik…