Suphi Efendi, kendisine hiç bitmeyecek gibi gelen denize umutsuzca bakıyordu.
“Sonun bucağın yok ama hiç cömert değilsin!” diye mırıldanmaya başladı. Kendini, döşemeye yavaşça bırakarak yan tarafta duran suya uzandı. Bir yudum aldıktan sonra avucunu biraz ıslatıp alnını sildi.
“Herkese kepçeyle veriyorsun da, bize bir kaşık ucu ikramın yok! Kime diyorum, neye yarar!” derken küreklere asılmaya başlamıştı.
Ada tüm ihtişamı ile geceyi karşılıyordu. Fenerler yanmış, ta uzaklardan at arabalarının sesi gelmekteydi. Son vapur da rıhtımdan uzaklaşırken ada halkına her akşam alıştıkları selamı vermeyi unutmamıştı. Begonviller pembeleriyle, eflatunlarıyla, sarı ve beyaz renkleriyle huzur dağıtıyordu. Usta ressamın ellerinden çıkmış bir tablo gibi ada muazzam güzellikteydi. Hele ki bugün! Düşman işgalinden kurtuluşuna eşlik eden kelebekler, ada sakinlerini mutlu ediyordu. Herkes halinden memnun ve huzurluydu. Yalnızca biri dışında.
Suphi Efendi, sandalıyla kıyıya doğru yanaşırken muazzam bir kalabalığın tepeye doğru ilerlediğini gördü. Elini sağ yanındaki kovaya daldırıp yakaladığı tek balığı avucunun içine aldı.
“Kaldık ikimiz! Ev sahibinin bugün bana ikramı sensin. Alınmak, kızmak yok.”
Başını öte yakaya çevirdi. O anda, kayalıkların üzerinde duran genç bir kız gözüne çarptı. Hala avuçlarının arasında çırpınmakta olan balığı tutuyordu. Bir anda genç kız kendisini uçurumdan aşağı bıraktı. Balıkçı öylesine korktu ki elindeki balık ait olduğu yere düştü. Çarçabuk kendine gelen balıkçı küreklere yapışmıştı. Denizi dövüyor, saniyelerle yarışıyordu. İhtiyarın peşinde sanki kruvazörler, korvetler varmış gibi küreklere asılıyordu. Fakat mesafe azalmak bilmiyordu. Ömrü boyunca denizle yatıp kalkan adam yüzerek daha çabuk ulaşacağını düşündü. Tıpkı bir kartal gibi kollarını açarak suya atladı. Zaman geçtikçe yanılmadığını anlıyordu. Suyu bir muhrip gibi yarıyordu. Ara ara başını kaldırıyor, bir batıp bir çıkan kızı gözlüyordu. Erenlerin yardımı oldu mu çözülemez lakin kıza ulaşmıştı. Önce saçlarını yakaladı arkasından da göğüs hizasından tutup bir omuzuna yasladı. Soluklandıktan sonra karaya doğru yüzmeye başladı. Adayı iyi bildiği için en rahat şekilde karaya ayak basacağı yöne doğru yüzüyordu. Kısa sürede karaya ulaşmışlardı. Kumların üzerinde uzanırken, ihtiyar belli belirsiz sövüyordu. Biraz öksürdükten sonra, yanında öylece uzanan kıza doğru döndü. Bakır rengi saçları, bembeyaz teni ile prensesi andırıyordu. Gözlerini gökyüzüne dikmişti. Pembeleşen yanaklarına iri iri gözyaşları düşüyordu.
“Yaşamanın o kadar da güzel olmadığını biliyorum. Bir insan neden ölmek ister esasen bilirim. Yalnızdır. Çölün ortasında kalan bir varlık ne yapacaktır ki başka? Deniz olmasa, şu dümdüz çarşaf gibi deniz… Ben de atlardım. Düşerken de rüzgarı hisseder muhtemelen pişman olurdum.”
Bakır saçlı kız gözlerini hala kızılımsı gökyüzünde tutuyordu. Mavi elbisesi ve çıplak ayaklarıyla uzandığı kumda aklından ne geçiriyordu, bilinmez. Onu uçurumun eşiğine getiren felaketi düşünemeyecek kadar yorulan ihtiyar, kırışık ellerini kulağına götürdü. Çocuk huysuzluğuyla kulağını kaşıyordu.
“Eskiden bir ailem ve bankam vardı. Banka derken, veznedardım. Sonra karım öldü ve kızlarım gitti. Şehir hayatının ortasında yapayalnız kaldım. Eskiden bir mahalle kültürü vardı. Herkes birbirini sever, düşünürdü. Sonra koca binalar dikildikçe anılarımı yitirdiğimi fark ettim. Değiştikçe dünya ben yetişemedim. Çocukluğumun izleri vardır bu toprakta, babadan kalma bir evim var burada. Adaya bıraktım bende kendimi. Deniz daha beyazdı geldiğimde. Balıkçılar her sabah rıhtımda toplaşır, ada ahalisi şarkılar söylerdi. Sonra hepsi sırayla silinmeye başladı. Zaman her şeyi yeniyor. Tıpkı bizi yendiği gibi. Bugün adanın düşman işgalinden kurtuluşunun bilmem kaçıncı senesi. Herkes eski Rum kilisesinden bozma düğün salonuna gidiyor. Benimde derdim yakaladığım tek balığı mideye indirmekti.”
Kız gözlerini bir anda balıkçıya çevirdi.
“Veznedarken daha üsluplu konuşurdum. Nezaket kurallarına dikkat ederdim. Ama yaşlandıkça anladım ki ifade biçimi, aç karnımı doyurmanın yanında pek de önemli değil.”
İhtiyar doğrulurken kız,
“Neden beni kurtardın?”
Balıkçı ellerini bu sefer ensesine götürmüştü.
“Bilemiyorum. Bir iş yaptım ama bilmiyorum niye yaptım. Belki de unuttuğum babalık duygusu ya da hatırlamadığım yaşama hırsı. Böyle Karışık şeyleri düşünmek istemiyorum. Sonuçta buradayız. Adadayız ve yaşıyoruz değil mi?”
Bakır saçlı kız da doğrulmuştu.
“Evet, öyle ya da böyle hayattayız. Neden atladığını bilemem. Bugün denize kızıyordum. Bunca zenginlik içerisinde bir tek cılız balık verdiği içindi. Hayatta böyledir. Oltanı atarsın ama hep boş çekersin. Ya da bir tek seferde paha biçilmez balığı yakalarsın. Oltanı boş çekiyorsun diye avdan vazgeçmemek gerek, değil mi?”
“Teşekkür etmemi bekliyor musunuz? Ya da öyle bir şey…”
“Hayır, hayır. Bunlara gerek yok. Tekrar deneyeceksen hele hiç gerek yok.”
Genç kız alt dudağını ötekinin biraz önüne çıkararak, elmacık kemikleri belirgin şekilde sert bakışlarla balıkçıya bakıyordu. Gözlerinin içinde saklı bir hikaye olduğu muhakkaktı fakat ihtiyar bunu sorgulamadı. Bunun yerine ayağa kalkmayı tercih etmişti.
“Rüzgarı hissettiğin sürece değiştirebilirsin hayatı. Sana tüm hayatın güzel geçecek diye yalan söyleyecek değilim. Sende bunun yalan olduğunu bilecek kadar akıllı görünüyorsun. Kötü günler olacak elbette. Ama fırtınalar tıpkı şu deniz gibi durulacak. Çiçekler elbet açacak. Yerinde olsam çiçeklerin açtığını görmek için yaşardım.”
Karanlık iyiden iyiye çökmüştü. Adada ki herkes eski Rum kilisesinden bozma düğün salonunun bahçesinde, kurtuluş gününü kutluyordu.
“Sudan değil karadan doyduk bugünde!” diye mırıldandı Suphi Efendi. Sonrada eliyle alnına vurdu.
“Affet beni deniz ana, bugün çok cömerttin. Bahtıma bir deniz kızı düştü!”
Az ileriden şen sesler yükseliyordu. Derdiyle tanınan Muhsin Efendi, bakır saçlı kızı esir almış, hikayesini en baştan anlatıyor, o konuştukça yeşilimsi gözleriyle genç kız kahkahalara boğuluyordu. Bir an genç kız ve ihtiyar balıkçı göz göze geldi. Bir yıldız tüm ihtişamıyla parlıyordu.